Google+ boş mideye iki duble viski: Nisan 2014

30 Nisan 2014 Çarşamba

Duyuru | Web Sitesi

Zamparanın Seyir Defteri, Boş Mideye İki Duble Viski ve Medium'a yazdığım yazılara ulaşabileceğiniz bir web sitesi var artık. Linki falan dandik, daha domain almadım, 15 dakikada yaptım (küçükken internet dahisiydim). Dilerseniz buradan da ulaşabilirsiniz artık.

http://mattdemp.wordpress.com/

Arriva derci!


22 Nisan 2014 Salı

Neden küfrede küfrede köşebaşında kokoreç yiyorum

4 ay olmuştur muhtemelen.
Eve yeni taşınmıştım. Sadece bir yatağım, bir de bilgisayarım vardı. Eşya falan hak getire. Kıyafetlerimle laptop'ım, bir de gariban balığım; o da rahmetli oldu ya neyse.
Bir tek sandalye almıştım bi' kadından. Evine fazla olduğu için arkasında "Taksim Hepimizin" çıkartması bulunan bürosit sandalyeyi bana vermişti. İnternetten, sadece bu işlem için tanışmıştık. Şu "Gereksiz eşyalarına, birinin ihtiyacı olabilir." gruplarından birinde... Hoşlanmıştım, ağır.
Sık sık görüşüyorduk. O bana, ben ona... Bazen Karga'ya, balık pazarında herhangi bir meyhaneye... Bir gece dönüşte, köşebaşındaki kokoreççiyi işaret ederek "Selim Abi'nin kokoreçi çok kötü, gaza gelip yeme bir gün." demişti, koluma girmesi için yaptığım teklifi reddettikten hemen sonra.
Öyle oluyordu, böyle oluyordu ama sanki hep "arkadaş" kalacakmış gibi hissediyordum. Keyfe kederden, efkara mezeye dönmeye başlamıştı akşamcılığım ki, eşyasızlık ve yaklaşık 6 ay boyunca hissettiğim yuvasızlık (orada burada kaldım bu sürecin bir kısmında, bir kısmındaysa geçici olarak bir arkadaşımın yanında) sebebiyle, rakı içemiyor, birayla devam ediyordum onu düşündüğüm zamanlarda. Çünkü rakı kutsaldı. Rakı, yanında en azından beyaz peynir olmadan içilmezdi. Ayıp edilirdi, saygıda kusur edilirdi lıkır lıkır içildiğinde. Gariptir, o da aynısını düşünüyordu; her fırsatta "Ben çok iyi meze yapıyorum, bir gün yapayım beraber içelim." diyerek.
Bu alışkanlığın kökleşmesiyle, gayri milli içkimizden ayrılırken ben bir yandan; bir gece, dayanamayıp kapısına dikildim. Açtı kapıyı. Elimde yarım şişe viski, gözlerim yuvalarından fırlamış, sarhoşluk sıfatımın bir parçası olmuş. Bu kadar net hatırlıyorum suratımı çünkü o sarhoşlukla bile evine gitmeden önce aynaya bakmıştım.
Buyur etti. İçtik. Duble üstüne duble, evde buz yoktu, sek yuvarlıyorduk. Yuvarladıkça açıldım, gözlerim odaklanmayı kestiğinde ve başım dönmeye başladığında, ona açıldım.
Verdiği cevabı hatırlamıyordum ertesi sabah. Ama herhangi bir yakınlaşma olsaydı, kesinlikle hatırlardım. Dayanamadım, bir gün; o akşam neler olduğunu sordum. Anlattı. Bir erkek arkadaş istemediğini ve beni tanımak için daha çok zamana ihtiyacı olduğunu anlattı. Aslına bakarsanız anlatmadı. Ben kelimeleri zorla aldım ağzından. Konuşmakta zorlanmasının sebebi utangaçlığı mıydı, yoksa o sırada cezaevindeki eski sevgilisi ama hala çok yakın arkadaşı olan elemana mektup mu yazıyordu, bilmiyorum.
Bir hafta bile geçmedi, bir akşam beni dışarı çağırdı. Arkadaşıyla Karga'daydı. Kafa bi' elemandı arkadaşı, belki de "takılmak" üzerine bir ilişkileri vardı, bilemiyordum. Muhabbetleri tam arkadaşçaydı gerçi ama, ilişkilere kafa erdirmekte ve onları yaşamakta ketum bir insan olduğum için adını koyamamıştım. Hoş, "Arada bir; ihtiyaca yönelik takılıyor olsalar, beni çağırmazdı." diye düşünmüştüm. O gece ağır tartışmalarla geçti. İşin ilginci, çocukla değil, onunla tartışıyordum. Sanki "Şimdiye kadar hep enik gibi yaklaştım sana, şu andan itibaren sana çok kötü davranacağım ve benden etkileneceksin." aklımdaki zihniyetti. İşe yaramayacağı barizdi, denemiştim.
İşe yaramasını bırak, benimle görüşmeyi kesmesine sebep olmuştu. Zorlanmıştım ki çok zor noktalara çalışmıştım, yediğim bir iki aparkütten sonra.
Geçtiğimiz hafta bir gece, ne kadar uzun zamandır evde yalnız başıma rakı içmediğimi, kendime çilingir hazırlamadığımı düşündüm. Şarküteriden aldığım çeri domates, beyaz peynir ve pastırmayla sofra hazırladım önce kendime. Bir ufağı yarıya kadar içip, cila çekerken önce sandalyenin arkasındaki "Taksim Hepimizin" etiketini söktüm. Biram bitince köşebaşındaki kokoreççiye gittim. Çeyrek kokoreç söyledim. Lezzetli değildi, ona küfrede küfrede yedim kokoreçi.
"Çok kötüymüş köşedeki kokoreççi. Bok kötü! Sen kötüydün, sen kötüsün! Taksim de hepimizin değil, senin olsun."



8 Nisan 2014 Salı

True Detective üzerine...

Burada dizinin kritiğini yapıp, sekiz bölümün sekizinden de ne kadar etkilendiğimi anlatarak kafa düzmeyeceğim elbette. Ancak, fena bir iz bıraktı, gerek Rust'ın hikayesi, gerek Marty'nin tavırları, gerek de soundtrack'i ile...
İşin ilginci, maskülen olduğu için eleştiri oklarının hedefi olan dizide iki ana karakter, iki erkek de yeteri kadar "iyi" değil. İkisi de bencil, egoist, hasta... Dolayısıyla herkeste Rust'tan birazcık, Marty'den birazcık mevcut. Yazının devamı biraz spoiler içeriyor, dolayısıyla okumasanız daha iyi.
Her erkek Marty kadar aldatır, Rust kadar uzaklaştırır.
Her erkek Marty kadar sever, Rust kadar özler.
Her erkeğin Marty'ninki kadar mutlu bir aile hayatı, Rust'ınki kadar da kaybettikleri vardır.
Gelgelelim, "Bu yaştayken, 90'larda yaşıyor olmak isterdim." demiştim sıkça. O havayı bana yaşattığı için bile teşekkür edebilirim yapımcılara. Üstelik, en "yaşanmaz" yerlerden biri olan Amerika'da, hatta; Amerika'nın güney sınırında. Evet, Amerika'da çok zengin bir hayat süreceksem California'da, kendimi idame ettirebileceksem New Orleans ya da Texas'ta yaşamak isterdim.
Diziyle ilgili asla unutmayacağım ayrıntının da kendi hayatımdan çıkması, benim narsistliğim olsa gerek; ama çok hoşuma gitti.
"Ben Rust'ı sana benzetiyorum: histerik hareketleri, doğasını kabullenişi vs. Korkutucu ve bir o kadar da çekici."
Diziyle ilgili tweet attığımı gören bir kadının gönderdiği mesajdı. Şöyle bitirelim iyisi mi...
"When the last light warms the rocks,
And the rattlesnakes unfold,
Mountain cats will come to drag away your bones."