İki ay önceydi.
Daha önce tanışmamıştık, dedi.
Adımı söyledim.
Adını söyledi. Mala bağladım. Ne kendisi, ne görünümü, ne de karakteriydi...
Sadece isim. Bir isim niçin acı çektirir ki? Derinin içine bir matkapla işlediği için mi? Zayıf göğüs kafesinin iskeletini oluşturan kemiklerinin içine kocaman matkaplarla dalabildiği için mi?
Kaldı öyle işte.
El sıkışırken elimin titrediğini fark ettim, diz kapaklarım zonklarken gülümsedim. Tuvalete gittim, kusmaya çalıştım; midem 2. İnönü Savaşı gibiydi.
Kusamadım, yüzüme su çarpıp ofise döndüm. Zor günün ardından eve nasıl gelebildiğimi hatırlamıyordum.
Zamanında çok sık söylemiştim, "Her anti-kahramanın bir hikayesi vardır." Sıkıntı şuydu ki, ben ne kahraman; ne de anti kahramandım. Bir hikayem vardı; ancak karşımdaki kim olursa olsun, kutsaldı.
Gerçekten "adam" olduğunu düşündüğüm arkadaşlarımla, gerçekten kutsal olduğunu düşündüğüm bu koparılmış sikindirik sayfalarda paylaştığım bir hikayeydi.
Hikaye bitti, kitabın ön kapağı; önsöz sayfasını gördü çoktan. Ancak o kapak her açıldığında, derimin altına biraz daha girdi, biraz daha girdi ve yazmayı kesemedim işte.
Ben, yazdıklarıyla ailenizin "Uzak dur." diyeceği; hayatıyla ailenizin rol model benimseyeceği adamım. Ancak hala ağlayan palyaçoyu oynamak için bir sebebim var. Ailenizin bilmediği şey ise şu;
Bu, yalnız bir yolculuk.
28 Kasım 2013 Perşembe
18 Kasım 2013 Pazartesi
Düşkün değil, düşmüşün anıları 7
Medyaya bok atan insanların, sosyal medya hesaplarının birbirinin aynı olması çok enteresan değil mi?
Ya da varoş kadınlardan dem vuran dişi Twitter kullanıcılarının her cümlesinin "aq" ile bitmesi...
Veya İnciSözlük'ün ergen yuvası olduğunu iddia edenlerin her cümleye "beyler" diye başlaması...
Hatta sosyal ortamlarda Cem Yılmaz'ın şovunun küfürden ibaret olduğunu söyleyenlerin, dijital dünyada akla gelmeyecek küfürler kullanıyor ve bunun ekmeğini yemeye çalışıyor olmaları...
Bunları, İnciSözlük'ü, Cem Yılmaz'ı ya da herhangi bir şeyi aklamak için karalamıyorum. Fakat kendinin fotoğrafını çekip; altına kırmızı bant yerleştirip üzerine beyaz Arial bold fontuyla "Gülmedim." "Boş ver:)" gibi mesajlar yazan tiplerin komik olduğu, şovuna katılan erkeklerin kalçalarını avuçlayarak ününe ün katan Hülya Avşar'ın otorite kabul edildiği, yazar sıfatını blogunu ve diğer hesaplarını kedi, ayakkabı, kupa fotoğraflarıyla dolduran sorsan fenomen, gerçekte yalnızlığın dibini yaşayan kadınların aldığı boktan bir coğrafyada yaşamıyor muyuz?
Pekala, coğrafyadan uzaklaşalım.
Apple bilgisayarlar ile sadece üç beş sampleın birleştirilmesine müzik denilen, bir kadının kırbaçlanması da dahil bilimum tiksinç fanteziyi içeren; ataerkilliğin tavan yaptığı bir kitabın (Grinin Elli Tonu) feministler tarafından bile yılın en iyisi seçildiği, rezil mizah anlayışını esrarlı kafalarıyla birleştiren adamların filminin çok komik varsayıldığı (This Is The End) bir dünyada yaşıyor olmak, size neler hissettiriyor?
Sanat yok, savaş var.
Çünkü gerçek anlamda sanat yoksa, gerçek anlamda sanatçı da yoktur. Gerçek anlamıyla sanatçının olmadığı yerde, savaş çığırtkanlığı tüm sesleri bastırır.
Mizah yok, aptallık var.
Mizah, eleştireldir; en azından gerçek anlamda mizah, eleştiriyordur. Hiç olmadı kadın erkek ilişkilerinin monotonluğunu bile eleştirir ve bu bizi, düşünmeye iter. Güldürürken düşündürmeli gibi bir şart koşulmaz, çünkü zaten düşündürüyordur. Peki paintle yapılmış standart posterler sizi ne kadar düşündürür?
Umursamaz yaşamak güzeldir, elinizden geldiğince.
Etraftaki gelişmeleri görmezden geldiğinizi, nihilizmin doruklarını yaşadığınızı iddia ediyorsanız, her gün gazete haberlerini okuyamazsınız. Kendinizle çelişirsiniz ki zaten çelişiyorsunuz.
Çözüm var mı?
Alkol, geçici bir intihardır derler...
Alkol, kafaya sıkılan kurşunsa; blues dinlemek, bilekleri kesmektir.
Ölümle, intiharla ilgili aklınıza gelen her türlü kötü düşünceyi, aslında ölüm içgüdünüzü tetikleyen metaları tüketerek bastırmak ne güzeldir halbuki.
İyi geceler.
Ya da varoş kadınlardan dem vuran dişi Twitter kullanıcılarının her cümlesinin "aq" ile bitmesi...
Veya İnciSözlük'ün ergen yuvası olduğunu iddia edenlerin her cümleye "beyler" diye başlaması...
Hatta sosyal ortamlarda Cem Yılmaz'ın şovunun küfürden ibaret olduğunu söyleyenlerin, dijital dünyada akla gelmeyecek küfürler kullanıyor ve bunun ekmeğini yemeye çalışıyor olmaları...
Bunları, İnciSözlük'ü, Cem Yılmaz'ı ya da herhangi bir şeyi aklamak için karalamıyorum. Fakat kendinin fotoğrafını çekip; altına kırmızı bant yerleştirip üzerine beyaz Arial bold fontuyla "Gülmedim." "Boş ver:)" gibi mesajlar yazan tiplerin komik olduğu, şovuna katılan erkeklerin kalçalarını avuçlayarak ününe ün katan Hülya Avşar'ın otorite kabul edildiği, yazar sıfatını blogunu ve diğer hesaplarını kedi, ayakkabı, kupa fotoğraflarıyla dolduran sorsan fenomen, gerçekte yalnızlığın dibini yaşayan kadınların aldığı boktan bir coğrafyada yaşamıyor muyuz?
Pekala, coğrafyadan uzaklaşalım.
Apple bilgisayarlar ile sadece üç beş sampleın birleştirilmesine müzik denilen, bir kadının kırbaçlanması da dahil bilimum tiksinç fanteziyi içeren; ataerkilliğin tavan yaptığı bir kitabın (Grinin Elli Tonu) feministler tarafından bile yılın en iyisi seçildiği, rezil mizah anlayışını esrarlı kafalarıyla birleştiren adamların filminin çok komik varsayıldığı (This Is The End) bir dünyada yaşıyor olmak, size neler hissettiriyor?
Sanat yok, savaş var.
Çünkü gerçek anlamda sanat yoksa, gerçek anlamda sanatçı da yoktur. Gerçek anlamıyla sanatçının olmadığı yerde, savaş çığırtkanlığı tüm sesleri bastırır.
Mizah yok, aptallık var.
Mizah, eleştireldir; en azından gerçek anlamda mizah, eleştiriyordur. Hiç olmadı kadın erkek ilişkilerinin monotonluğunu bile eleştirir ve bu bizi, düşünmeye iter. Güldürürken düşündürmeli gibi bir şart koşulmaz, çünkü zaten düşündürüyordur. Peki paintle yapılmış standart posterler sizi ne kadar düşündürür?
Umursamaz yaşamak güzeldir, elinizden geldiğince.
Etraftaki gelişmeleri görmezden geldiğinizi, nihilizmin doruklarını yaşadığınızı iddia ediyorsanız, her gün gazete haberlerini okuyamazsınız. Kendinizle çelişirsiniz ki zaten çelişiyorsunuz.
Çözüm var mı?
Alkol, geçici bir intihardır derler...
Alkol, kafaya sıkılan kurşunsa; blues dinlemek, bilekleri kesmektir.
Ölümle, intiharla ilgili aklınıza gelen her türlü kötü düşünceyi, aslında ölüm içgüdünüzü tetikleyen metaları tüketerek bastırmak ne güzeldir halbuki.
İyi geceler.
10 Kasım 2013 Pazar
Düşkün değil, düşmüşün anıları 6
Sadece haftaiçi çalışıyor ve sabahlardan nefret ediyorum. İşbaşında olmak benim için hayatın en keyifli anı. İşimi seviyorum, kimi zaman daha da yaratıcı işler yapabileceğim bir yerlere kapağı atabileceğimi düşünsem de. Ofisteyken küçük dünyaları yaratmışçasına büyüyen egom, ofisten eve döndüğüm her an yerini bu blogdaki halime bırakıyor.
Geçen seneyi düşünüyorum. Geçen sene bu zamanlar nerede olduğumu; eski ev arkadaşım, kardeşim, kuzenim, çocukluk arkadaşım, destekçim, her anımda dayanağım olan Mert'i düşünüyorum. Eski evimi, daha önce yaşadığım hayatı, Beşiktaş'ı, Turgut Abi'yi, geçen sene hayatımın acı-tatlı her kilometre taşını düşünüyorum. Kendimi öldüremediğim her gecenin sonunda avuç içlerime attığım bir yarayı, Meltem'e duyduğum özlemi, Meltem'in yerine koymaya çabaladığım herkesi, şişeler ile pizza kutularının; kadınlarla birlikte yanyana dizildiği o fare deliğini ve kızlarımla yaşadığım çarpık ilişkileri düşünüyorum. Kraldan, köleye nasıl bu kadar hızlı düştüğüm aklıma geliyor. Bu, aklıma bir şekilde geldiği an soluğu tekel büfesinde alıyor; elimde poşetlerle çıkıyorum.
Nefes almayı alkol almakla bu denli eşdeğer tutmamın sebebinin yakın geçmişe ya da eski sevgilime duyduğum özlemden çok daha öte olduğunu hissediyorum. Kendimi çözümlemeye çalışıyorum.
Kurmak üzere olduğum projeyi, yazmaya başladığım popüler dergiyi, her sabah yatağımdan kalkmama sebep olan işimi, ölüm güdüsünden beni uzaklaştıran her şeyi didiklerken, bir iki gazete küpürüne takılıyor kafam. Yaşadığım hayata birebir dik olan her şey... Anadolu'da 12 yaşındaki bir kızın tecavüzcülerinin serbest kalması, Gezi direnişi sırasında ekmek almaya giden orta okullu çocuğun terör örgütü mensubu ilan edilmesi, devlet erkanının vajinalarla kafayı bozmuş olması, fişleniyor olmak...
Mart ayına kadar yapacaklarımın değişmeyeceğini fark ediyorum ki bunun için bilgisayar mühendisi olmaya gereksinimim olmadığının farkına varıyorum. Ancak burada devam etmek üzerine karar veremiyorum.
Hızlı yükselen bir kariyer, akılda projeler, belki İstanbul'un en güzel noktalarından birinde yaşanacak bir "Mad Men" hayatı... Ancak yine bu boktan çukurun içinde yaşanacak bir hayat. Yolda yürürken vermeyi bırak, aynı asansörde bile selam veremediğin insanlarla geçirilecek; kasıntı bir hayat. Diğer yandan; sabah okuduğun gazetelerde karşılaştığın boktan durumlar. Arkadaş çevreni bile değiştirmeyi düşünmeye başladığın bir dönem...
Diğer yanda, yapmak istemediğin ve hayatın boyunca yapmak istemeyeceğin mesleğe dönüş; ancak daha iyi şartlarda. Daha iyi bir konumda, daha iyi bir ırk ile...
İkilemler yıkar, yıkıyor.
Geçen seneyi düşünüyorum. Geçen sene bu zamanlar nerede olduğumu; eski ev arkadaşım, kardeşim, kuzenim, çocukluk arkadaşım, destekçim, her anımda dayanağım olan Mert'i düşünüyorum. Eski evimi, daha önce yaşadığım hayatı, Beşiktaş'ı, Turgut Abi'yi, geçen sene hayatımın acı-tatlı her kilometre taşını düşünüyorum. Kendimi öldüremediğim her gecenin sonunda avuç içlerime attığım bir yarayı, Meltem'e duyduğum özlemi, Meltem'in yerine koymaya çabaladığım herkesi, şişeler ile pizza kutularının; kadınlarla birlikte yanyana dizildiği o fare deliğini ve kızlarımla yaşadığım çarpık ilişkileri düşünüyorum. Kraldan, köleye nasıl bu kadar hızlı düştüğüm aklıma geliyor. Bu, aklıma bir şekilde geldiği an soluğu tekel büfesinde alıyor; elimde poşetlerle çıkıyorum.
Nefes almayı alkol almakla bu denli eşdeğer tutmamın sebebinin yakın geçmişe ya da eski sevgilime duyduğum özlemden çok daha öte olduğunu hissediyorum. Kendimi çözümlemeye çalışıyorum.
Kurmak üzere olduğum projeyi, yazmaya başladığım popüler dergiyi, her sabah yatağımdan kalkmama sebep olan işimi, ölüm güdüsünden beni uzaklaştıran her şeyi didiklerken, bir iki gazete küpürüne takılıyor kafam. Yaşadığım hayata birebir dik olan her şey... Anadolu'da 12 yaşındaki bir kızın tecavüzcülerinin serbest kalması, Gezi direnişi sırasında ekmek almaya giden orta okullu çocuğun terör örgütü mensubu ilan edilmesi, devlet erkanının vajinalarla kafayı bozmuş olması, fişleniyor olmak...
Mart ayına kadar yapacaklarımın değişmeyeceğini fark ediyorum ki bunun için bilgisayar mühendisi olmaya gereksinimim olmadığının farkına varıyorum. Ancak burada devam etmek üzerine karar veremiyorum.
Hızlı yükselen bir kariyer, akılda projeler, belki İstanbul'un en güzel noktalarından birinde yaşanacak bir "Mad Men" hayatı... Ancak yine bu boktan çukurun içinde yaşanacak bir hayat. Yolda yürürken vermeyi bırak, aynı asansörde bile selam veremediğin insanlarla geçirilecek; kasıntı bir hayat. Diğer yandan; sabah okuduğun gazetelerde karşılaştığın boktan durumlar. Arkadaş çevreni bile değiştirmeyi düşünmeye başladığın bir dönem...
Diğer yanda, yapmak istemediğin ve hayatın boyunca yapmak istemeyeceğin mesleğe dönüş; ancak daha iyi şartlarda. Daha iyi bir konumda, daha iyi bir ırk ile...
İkilemler yıkar, yıkıyor.
4 Kasım 2013 Pazartesi
Düşkün değil, düşmüşün anıları 5
-Sen her gün viski mi içiyorsun?
-Oldukça.
-Nasıl yani?
-Viski olmazsa da bira içiyorum yani.
-Her gün içiyor musun?
-Geçtiğimiz pazartesi içmemiştim mesela.
Uyuşturucuyla ilk haşır neşir oluşumdan (yani Uğur Dündar'ın standart programlarından birinde uyuşturucu üzerine bir "dosya" hazırlanışını ilk gördüğümden) beri, herkesin birer uyuşturucusu olduğuna inanmıştım.
Hobi gibi düşün. Seni uyuşturan, kaslarını gevşeten, gözlerini kısmanı sağlayan bir şey. Kimi için bu beyaz bir kimyasaldı, kimi için aşktı, kimi için futboldu, kimi içinse güçtü.
İnce olan tarafsa, insanlar uyuşturucularının farkında değillerdi. Patronundan aldığı "Aferin" sayesinde uyuşanlar, keşleri suçlarlardı; keşler ise o "Aferin"in peşinden köpek gibi koşan kariyeristleri... Holiganlar, kadınların sosyal medya üzerinden pompaladığı beğenilme kaygısını eleştirirdi; kadınlarsa"futbol, fado, fiesta"yı.
Ben mi? Geride duranlardan oldum hep.
Mutluluk için bir kaç gram kimyasala ihtiyacı olanlara da gülüp geçtim, mutlu olmak için yırtınanlara da. Amacım sabit olmadı hiçbir zaman, ya da mutluluk formülüm...
Ellerim cebimdeyken "Bunu böyle yap." demenin verdiği güç de benim uyuşturucumdu, yalnız oturduğum barlarda söylediğim bir iki duble viski de benim uyuşturucumdu. Zaten hayatta vazgeçemediğim tek şey alkol oldu.
Yıkılan hayatlar, feri silinen gözler gördüm. Alkol sebebiyle... Babamı, alkol sebebiyle kaybetsem ya da aile içi ters ilişkilere sebebiyet veren; aileleri yıkan, hayatımı ucuz bir TV dramasına dönüştürecek şeyin alkol olduğunu öğrensem de, mısır şurubundan; malttan; anasondan vazgeçebileceğimi sanmıyorum.
Bitikler, meteliğe kurşun atanlar gördüm. Uyuşturucu sebebiyle...
Bir kadınım vardı, ilk defa birinin gidişini değil; bitişini izlemiştim. Kokaindi, onu bitiren de.
Fakat hala "Woke Up This Morning" (Alabama3'nin, Sopranos için hazırladığı soundtrack) ya da Elle King'den "Playing For Keeps" dinlerken, etrafımda; güneş gözlüklerini güneş tepede olduğu için değil de, önceki gecenin hatıralarını silmek için kullanan insanlara bakıyorum. Biteceklerine şahit oluyorum, yitip gideceklerine; gün gün, saat saat, dakika dakika, saniye saniye...
İşte o an yaşadığım özgüven patlamasını hiç bir şeye değişemiyorum.
Çünkü, ben az önce dünyayı sırtımda taşıdığımı betimleyen gülümsemeyi giyindim; suratıma. İnanmayacaksın fakat gerçekten Atlas benim. Atlas olmaktan şikayet etmiyorum, senin lattenin kremalı olmasından şikayet ettiğin gibi... Dünyayı sırtımda taşımakla kalmıyor, küçük dünyaları da yaratıyorum. Her gün, her saat, her dakika.
Senin gibi bitmeyeceğim, bitirilemeyeceğim.
Çünkü ben, benim. Yapım; ya da doğam bu.
Bu yüzden sen, yanında oturan kadınla konuşamıyorsun. Bu yüzden sen, pazar günü sahilde ya da parkta yapacağın güzel bir yürüyüşle, "low key" takılıp; sendromlarından uzaklaşamıyorsun. Sen, sadece betonun üzerinde yaşıyor ve bundan şikayet ediyorsun. Stresle mücadele edemiyorsun, şikayet etmeyi seviyorsun.
Ama dedim ya, ben o stresten; senin yaşadığın kaostan besleniyorum. Sen dibe vurdukça, ben yükseliyorum. Yükselmeye de devam edeceğimi biliyorum. Kariyer hırslarım var ya da yok; fakat ben problem çıkaran değil, problem çözen olacağım.
Şimdi sakince yatağına gir, yarın işe giderken giyineceğin kıyafeti düşün ya da okulu bitirince hangi yüksek lisans programına kaydolarak iyi bir geleceğe sahip olacağını, maymun iştahınla. Bense, senin gibi dangalaklara; elimdeki ürünü nasıl satabileceğimi düşüneceğim ve emin ol; sen de herkes gibi emir almaktan, neyi nasıl yapacağının sana söylenmesinden keyif alıyorsun.
Benim kazanmamı sağlayan şey de bu ya, zaten...
Ağlayan palyaço değiliz her birimiz; ancak ağlayan palyaço olmak da zordur, bu yüzden ben; uyuşturucularımı seçtim ve kabullendim. Peki sen, neyi kabullenebildin?
-Oldukça.
-Nasıl yani?
-Viski olmazsa da bira içiyorum yani.
-Her gün içiyor musun?
-Geçtiğimiz pazartesi içmemiştim mesela.
Uyuşturucuyla ilk haşır neşir oluşumdan (yani Uğur Dündar'ın standart programlarından birinde uyuşturucu üzerine bir "dosya" hazırlanışını ilk gördüğümden) beri, herkesin birer uyuşturucusu olduğuna inanmıştım.
Hobi gibi düşün. Seni uyuşturan, kaslarını gevşeten, gözlerini kısmanı sağlayan bir şey. Kimi için bu beyaz bir kimyasaldı, kimi için aşktı, kimi için futboldu, kimi içinse güçtü.
İnce olan tarafsa, insanlar uyuşturucularının farkında değillerdi. Patronundan aldığı "Aferin" sayesinde uyuşanlar, keşleri suçlarlardı; keşler ise o "Aferin"in peşinden köpek gibi koşan kariyeristleri... Holiganlar, kadınların sosyal medya üzerinden pompaladığı beğenilme kaygısını eleştirirdi; kadınlarsa"futbol, fado, fiesta"yı.
Ben mi? Geride duranlardan oldum hep.
Mutluluk için bir kaç gram kimyasala ihtiyacı olanlara da gülüp geçtim, mutlu olmak için yırtınanlara da. Amacım sabit olmadı hiçbir zaman, ya da mutluluk formülüm...
Ellerim cebimdeyken "Bunu böyle yap." demenin verdiği güç de benim uyuşturucumdu, yalnız oturduğum barlarda söylediğim bir iki duble viski de benim uyuşturucumdu. Zaten hayatta vazgeçemediğim tek şey alkol oldu.
Yıkılan hayatlar, feri silinen gözler gördüm. Alkol sebebiyle... Babamı, alkol sebebiyle kaybetsem ya da aile içi ters ilişkilere sebebiyet veren; aileleri yıkan, hayatımı ucuz bir TV dramasına dönüştürecek şeyin alkol olduğunu öğrensem de, mısır şurubundan; malttan; anasondan vazgeçebileceğimi sanmıyorum.
Bitikler, meteliğe kurşun atanlar gördüm. Uyuşturucu sebebiyle...
Bir kadınım vardı, ilk defa birinin gidişini değil; bitişini izlemiştim. Kokaindi, onu bitiren de.
Fakat hala "Woke Up This Morning" (Alabama3'nin, Sopranos için hazırladığı soundtrack) ya da Elle King'den "Playing For Keeps" dinlerken, etrafımda; güneş gözlüklerini güneş tepede olduğu için değil de, önceki gecenin hatıralarını silmek için kullanan insanlara bakıyorum. Biteceklerine şahit oluyorum, yitip gideceklerine; gün gün, saat saat, dakika dakika, saniye saniye...
İşte o an yaşadığım özgüven patlamasını hiç bir şeye değişemiyorum.
Çünkü, ben az önce dünyayı sırtımda taşıdığımı betimleyen gülümsemeyi giyindim; suratıma. İnanmayacaksın fakat gerçekten Atlas benim. Atlas olmaktan şikayet etmiyorum, senin lattenin kremalı olmasından şikayet ettiğin gibi... Dünyayı sırtımda taşımakla kalmıyor, küçük dünyaları da yaratıyorum. Her gün, her saat, her dakika.
Senin gibi bitmeyeceğim, bitirilemeyeceğim.
Çünkü ben, benim. Yapım; ya da doğam bu.
Bu yüzden sen, yanında oturan kadınla konuşamıyorsun. Bu yüzden sen, pazar günü sahilde ya da parkta yapacağın güzel bir yürüyüşle, "low key" takılıp; sendromlarından uzaklaşamıyorsun. Sen, sadece betonun üzerinde yaşıyor ve bundan şikayet ediyorsun. Stresle mücadele edemiyorsun, şikayet etmeyi seviyorsun.
Ama dedim ya, ben o stresten; senin yaşadığın kaostan besleniyorum. Sen dibe vurdukça, ben yükseliyorum. Yükselmeye de devam edeceğimi biliyorum. Kariyer hırslarım var ya da yok; fakat ben problem çıkaran değil, problem çözen olacağım.
Şimdi sakince yatağına gir, yarın işe giderken giyineceğin kıyafeti düşün ya da okulu bitirince hangi yüksek lisans programına kaydolarak iyi bir geleceğe sahip olacağını, maymun iştahınla. Bense, senin gibi dangalaklara; elimdeki ürünü nasıl satabileceğimi düşüneceğim ve emin ol; sen de herkes gibi emir almaktan, neyi nasıl yapacağının sana söylenmesinden keyif alıyorsun.
Benim kazanmamı sağlayan şey de bu ya, zaten...
Ağlayan palyaço değiliz her birimiz; ancak ağlayan palyaço olmak da zordur, bu yüzden ben; uyuşturucularımı seçtim ve kabullendim. Peki sen, neyi kabullenebildin?
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)