Sesi ağlamaklıydı. En son bir ay önce görüşmüştük.
-Kendinize çok iyi bakın, birbirinize sahip çıkın. Lütfen, benim için...
-Tamam, sahip çıkacağız, söz veriyorum.
-Biz eskiden böyle değildik, birbirimizden ayrılamazdık hiç. Ama şartlar bizi bu noktaya getirdi işte.
-Yine buluşuruz, yine toplanırız, mesafeler önemli değil ki...
-Olsun oğlum, seni çok seviyorum. Halan da çok seviyor. Üstünüze düşüyor hep. Onu da alıp New Jersey’e gelir misin kışın?
-Gelirim,geleceğim, en azından halamla konuşacağım, söz veriyorum.
-Uçak biletini bile alırım senin, yeter ki halanı ikna et.
Konuştuk, biraz daha ağladı, biraz daha konuştuk. Baba tarafımdan olan akrabalarımı her zaman sevmişimdir. Çünkü bana eski Mersin’i ya da eski hayatı çok iyi iletirler. Çok güzel anlatırlar ve güneyli olmanın gururunu, getirilerini benden çok daha iyi taşıdıklarına eminimdir.
Bu aralar çok konuşmuyor, bol bol susuyorum. Muhabbetler, diyaloglar akıp giderken takip etmeyi veya izlemeyi tercih ediyorum. Aslında bir eksiğim, bir acım da yok. Sadece bir girdapta gibi hissediyorum. Ailem bu konuda bana karşı biraz tepkili, özellikle onların yanında olduğum zamanlarda sustuğum için. (Yaklaşık on iki saat sonra yine öve öve bitiremediğiniz İstanbul’a dönmüş olacağım)
Halbuki susuyorum, çünkü konuşmak gereksiz geliyor. Belki de çok fazla kendimi beğenmeye başladım ki, kafamda dönen içsel diyaloglar; insanların konuşmalarından daha fazla enterese ediyor beni. Evet, bir sürü çakal var aklımda gezinen ve hepsiyle tek tek boğuşmak yorucu olsa da, rahatlatıyor bazen.
Buradan saatlerce, ya da kilometrelerce uzak olan bir yerle yaptığım telefon görüşmesinin ertesinde günlerdir düşünüyorum. Nasıl böyle olduk diye... Ben sustum belki, evet ancak herkesin susması ayrı oldu. Biz böyle değildik, en azından parmaklarımızla değil; ağzımızla konuşurduk. Mesaj atmak, Facebook’ta kim ne yapıyor diye bakmak ya da Twitter’dan gündem takip etmek yoktu. Televizyondaki son dakika haberlerinden görürdük ne olup bittiğini, bilgisayar ya da cep telefonundan güncellemeler üzerine uğraşmaktan ziyade. “News feed” okumak yerine, gazeteye gömülürdük sabahları. Gazeteyi hep en son sayfadan açıp transfer haberlerine bakardım sıcak yaz günlerinde.
En basitinden arkadaş sayımız önemliydi bizler için, takipçi ya da Facebook listesi değil... Ama uzaklaştık işte. Her şey çok hızlı değişti ve hayattan da, arkadaşlarımızdan da, sosyalleşmekten de uzaklaştık. Salt geçmişe duyulan özlem değil bu, cidden. Ama farklıydık be, şu ankinden çok daha farklı.
Dün arkadaşın balkonunda yaptığımız muhabbetlerde de bunu fark ettim ve yine düşünceler kafada dolaşmaya başladı. Eski anılardan, içmelerden, aşklardan, sapıtmalardan ya da kusmalardan bahsediyorduk altı üstü. Çok keyifli diyaloglar, hafif bir esinti, arkada çalan “Chill Out” tarzı bir müzik ve geçmişte yaşadıklarımız, beraber yaptıklarımız, attığımız ortak kahkahalar. Sakin muhabbet işte... Ama o zamanlar daha mutluyduk şu anda olduğumuzdan. Çünkü dedim ya, -son on yılda patlayan- teknoloji furyası yoktu o aralar.
Şimdiyse etrafıma baktığımda sadece huzursuz olduğumu hissediyorum. Hatta benim jenerasyonumun az biraz zeki kesminin hepten huzursuz veya mutsuz olduğunu hissediyorum. Bizi yaralayan acılar, ölümler, aşklar, ilişkiler oldu evet ancak son vuruşu yapan teknolojinin sapkınlığı, sülük gibi hayatlarımıza yerleşmesi oldu be.
Artık sözlük denildiği zaman insanların aklına iki yüz üç yüz sayfadan oluşan ciltli kitaplar gelmiyor. Tek odaklandığımız “Ekşi Sözlük”, “İnci Sözlük”, “Uludağ Sözlük” vs. oluyor. Kitap okumuyoruz, e-kitapları çatır çatır internetten indiriyor ve tabletlerimizde okumayı tercih ediyoruz. Tabletlerimizde de okumuyoruz aslına bakarsanız, sadece arşivliyoruz. Ne olur ne olmaz diyerek... Yapışıyoruz her şeye, ve tüketiyoruz umarsızca. Ansiklopedinin ne olduğunu bilen kaç kişi vardır acaba şu anda, 25 yaşın altında?
Hepimiz kafein bağımlısı, teknoloji müptelası, bilgiye aç; intihara bilinçaltından meğilli maymunlarız.Günün getirdiği bu, modern maymunluk. Bağımlılıklar bile değişti. Eskiden alkol, sigara, uyuşturucu bağımlılığı dillerde dolaşırken şimdi Xanax, Apranax, Vicodin cinsi medikal mucizelerin tüketiminin yaygınlığı veya popülaritesi konuşuluyor. Bu tip reçeteli afyonlar üzerinden prim yapmaya çalışıyor insanlar. Starbucks’tan alınan kahvenin modeli tartışılıyor, o barda bu barda içilen mojitonun inceliği, alkol oranı sorun oluyor.
Boş işte... Artık değişti. Sadece biz büyüdüğümüz için kirlenmedi dünya, biz kirlenmeye zorlandık. Çünkü sığınabileceğimiz bir kale kalmadı artık. Hep aradık kendimizi adapte edebileceğimiz bir yerleri. Hep sığınabileceğimiz bir yeri aradık ancak inceldik, durmadan. Yazdık, susmadan ve kartlar bizim lehimize döndü sanarken safça; resti çoktan çekmiştik ve kaybetmeyi kabullendik. Çabuk ihtiyarladık, sakız değiştirir gibi sevgili değiştirdik; bünyelerimizi defalarca, farklı uyuşturucularla dindirmeyi denedik ancak asla olmadı, asla istediğimiz noktaya gelemedik. Çünkü her zaman; o boş ekranlara baktık, o klavyelere gömüldük ve hep ıssızlaştık.
Ne yazabildik, ne konuşabildik, ne paylaşabildik. Sadece bir iki film repliğini bilmekle, bir iki paylaşımı görmüş olmakla övünebildik ve bir arpa boyu yol alamadık. Alamayacağız da, bizden bir sonraki nesil muhtemelen bu sancıları yaşamadı, yaşamayacak çünkü büyük bir hızla, eski sevgilinin tavrı gibi değişen dünya onları vurmadı, vurmayacak.
Debelenmenin alemi nedir? Bırakacak mısın kendini akıntıya, yoksa değişecek misin? İşte soru bu, problem bu, düşünmen gereken bu ve hep seni yiyip bitiren bu. Böyle olmaya da devam edecek...