Google+ boş mideye iki duble viski: İşim gücüm budur benim...

9 Nisan 2015 Perşembe

İşim gücüm budur benim...

Bugün rezalet bir sabaha uyanacağımı az çok tahmin ediyordum. Önceki gece çok demlenmiştim sanki ya da içimde bir sıkıntı vardı. İçimdeki sıkıntı kısa bir süre sonra karşıma çıktı. Aylin kanepede sigara içiyordu.
“İşin gücün içmek… Her gün aynı bara gidiyorsun. Sağlıklı bir şey yaptığın yok. Yazamıyorsun da eskisi gibi.”
-Evet de beni tanıdığında da işim gücüm buydu. Tanıştığımızda bambaşka bir adam değildim ki…
-Alkol problemlerinin üstesinden gelmediğin sürece birlikte olamayacağız, üzgünüm.
Ve lakaplar…
 “Issız adam”
“Kaybedenler Kulübü”
“Çakma Bukowski”
“Teoman”
Üç beş bir şey yazan ya da fotoğrafçılıkla ilgilenen, müzik zevki kaliteli, alkol alma işlemini az çok da olsa abartan ve uzun süredir düzenli bir ilişkisi olmayan her erkeğe aynı yaftalar… İnsanlardan soğumamın sebeplerinden biriydi belki de.
İşin kötüsü, 10 yıl önce olsa Ekşisözlük’teki “kızların efendi adam yerine piç tercihi” başlığını görür ve “Olsun lan, ne derlerse desinler, en azından yine biz tercih ediliyoruz ehehe.” şeklinde, kendimi bir Hint fakiri gibi teselli eder, şişenin dibini bulurdum be.
Bugünse, böyle değildi. Yumruklarımı sıktım, dişlerimi gıcırdattım ve Aylin’e karşı sesimi yükselttim.
-Ne güzel genelliyorsunuz ya? Lafa gelince “Beni asla genelleme! Türk kızı, Kezban gibi sıfatlar hiç hoş değil!” diyorsunuz, karşınızdakini bir kalıba sokmaktan asla ama asla çekinmiyorsunuz!
-Sen genellemiş olmuyor musun şimdi, salak?! Türk kadınları genelliyorsun işte düpedüz!
-Hayır, siz insanları genelliyorum düpedüz. Sizin gibi düşünen insanları genelliyorum.
-Ya bi’ siktir git!
-Gitmiyorum bir yere. Eğer her gece bir kadeh Chivas Regal parlatıp bir line kokain çekseydim, hafta sonları gece kulüplerinde check-in yapıyor olsaydım ve gelir düzeyim bundan biraz daha yüksek olsaydı, bu kelimeleri aklından bile geçirmezdin. Ancak hayır, o içiyor, o zaman sadece bir loser…
Çantasını toplayıp defoldu gitti.
Öfkem dinmemişti. Dışarı attım kendimi. Daha önce gittiğim boks salonunun önünden geçtim. Bir sigara yakıp içeriye baktım kısa bir süre.
Kadıköy sokaklarındaydım. Yeni uyanmış olmama rağmen iştahım yoktu. Aç karnına, sigara üstüne sigara yaktım. Antikacılar Sokağı’na vardım, bir dükkana girdim. Plakçalarlara baktığımda aklıma “Issız Adam” geldi.
-Buyrun?
-Fiyatı nedir bu pikabın acaba?
-570 Lira efendim.
-Pahalıymış.
-Anlaşabiliriz.
-Yok yahu, o parayla 5 gece içerim ben.
Adam dalga geçtiğimi sandı, sırtını döndü. “O sırtını dönerse ben daha ağırını yapar, cekedimi alır, kapıyı çeker çıkarım!” dedim, çıktım. Adam baktı mı acaba arkamdan, diye düşündüğüm için dükkanın camından içeri baktım. Bakmıyordu. Telefonunda Candy Crush oynamaya devam ediyordu muhtemelen.
Ergen triplerimiz bizi, genellikle stres altında olduğumuz zamanlarda yakalar. Gereksiz atar ve gider yapmak, hırçınlık, hırs, bencillik gibi yan etkileri olduğunu da göz önünde bulundurduğumuzda stres altına girmenin sağlığımıza pek de yararlı olmadığını, özellikle sosyal çevremizi daraltmaktan çekinmediğini söyleyebiliriz.
Antikacılar Sokağı’nı geride bırakıp Osmancık Sokak’ta aldım soluğu. Dışarıda masası olan barlardan birine oturdum. Biramı söyledim. Garson ya da barmaid/barmen karşı cins, her zaman ilgimizi çeker. Çünkü sorumluluk almakta ve işini yapmaktadır. Bir nevi üniforma fantezisi gibi düşünülebilir bu durum. Garson kadına siparişi verdikten sonra sol göğsüne yaptırdığı dövmeye baktım. Sanırım uzun bakmıştım çünkü kaşlarını çatarak getirdi biramı.
Biramı aldım, uzaklaşmasını bekledim ve mırıldandım:
-Pardon sizi birine benzettim, geçmiş yıllardan…
Tekrar öfkelendim. Teoman’ı hatırlamak cidden iyi gelmemişti. Hırsla biramı içtim. İlk bira, ikinci bira, üçte midem bulanmaya başladı. Hesabı ödedim ve kalktım. Yol üstü bir sosisli, ardından eve dönüş.
Ev bıraktığım gibiydi. Ev güzeldi. Bir iki parça dinleyip içmeye devam etmeye karar verdim. Shuffle’dan The Moody Blues’un eseri Melancholy Man gelene kadar keyfim oldukça yerindeydi. Şarkı çalmaya başlayınca kollarımı iki yana açarak yukarı baktım.
-Bir şey söyleyeceğim, benden ne istiyorsun?
Ardından kollarımı tek yöne doğru kapatarak klavyeye yöneldim. Facebook’a girdim, arkadaşıma haklı olduğunu söyleyip söylememek arasında gidip geldim. Profiline girdim. Beni silmişti. Sinirlerim gerilmiyordu artık. Sırıtıyordum. Sırıtma, kahkahaya bıraktı yerini. Peggy Lee’den “It’s A Good Day” parçasını açtım, aklımda U Turn filminin sonundaki Sean Penn’in yüz ifadesiyle…
Öfkemi, içimdekileri, sinirimi yazmak için defteri elime aldığım an duraksadım.
-Hayır hayır… Şimdi de Çakma Bukowski olamam. Yeter. Onu haklı çıkaramam daha fazla.
Defteri bir kenara fırlatıp kanepeye uzandım. O günden beri de kanepede yaşıyorum. Kanepede yaşamak çok keyifli…


Hiç yorum yok: