Google+ boş mideye iki duble viski: Nisan 2013

28 Nisan 2013 Pazar

Glikozla kuvvetlendirilmiş mısır tarlalarındaki anason aroması 18

"Everybody's a fuckin' critic."
Yazdıklarımdan veya "yapmayı denediğim" herhangi bir şeyden ötürü çok eleştiri almıyorum. Hatta dalga geçiliyor en fazla, onları da pek siklemiyorum. Ancak; tavrımdan ötürü defalarca eleştirildim, yargılandım, itin götüne sokuldum. Sevgilisini, tanıştığının hemen ertesi ayında ailesiyle tanıştıran ve üçüncü ay terk eden adam olmadığım için dışlandım. Çiklet değiştirir gibi sevgili değiştirmediğim için uzak tutuldum, hatta en uzun ilişkimin süresi sebebiyle "Daha çocuksun." ithamlarına bile maruz kaldım. Yıkılmadım tabii ki, hayvan gibi, düşünmeden, doğal konuşmaya devam ettim. Hatta o kadar zorladım ki, yöremin ağzıyla konuşmaya bile başladım. "Gidek, yiyek" gibi kalıplarla konuştum. Arada bir çöktüm, düştüm, yaralandım, ağladım, nefret ettim ancak bunun hiç biri; kendini davranış bilimci ilan eden "insan eleştirmenleri" sebebiyle değildi. Evet, her boku siz biliyorsunuz, hepiniz eleştirmensiniz.

"Her anti-kahramanın bir hikayesi vardır."
Güncel ya da popüler örnek; Joker mesela. Aklıma ilk gelen anti-kahraman o çünkü. Hatta, hayatının yüz seksen derece dönüş hikayesi (çizgi romandaki hali) benimkine fazlasıyla benzer. Ha ben bir anti-kahraman mıyım? Bilmiyorum, kahraman; daha doğrusu -artık- kahraman olmadığım, 16 yaşındaki haliyle herkesin parmakla gösterdiği Mersinli başarılı, parlak çocuk, küçüklerin rol modeli olmadığım kesin. O zaman, ailelerin "Onunla fazla takılma." dediği çocukların hepsi; ya evlendi, ya mezun olup yüksek lisansa başladı, ya iş güç sahibi oldu. Şimdi, zamanın "kötü" çocukları "Bak ne güzel büyümüş, olgunlaşmış, işi gücü var artık." diyerek gösterilen yirmilerinin ortalarındaki rol modeller oldular. Bense, "Onunla fazla takılma." denilen adam oldum.
Size Joker'in hikayesini anlatmayacağım. Bu amaçla burada bulunanlar, gidebilir. Ne zaman başladı bunlar bilmiyorum; ama bir zamanlar, gerçekten toplum tarafından "benimsenecek" tarzda bir adam olduğumu hatırlıyorum. Güzel bir ilişkisi olan, ailesini seven ve ailesi tarafından çok sevilen, arkadaşları arasında "Onu da çağıralım, iyi çocuk." denilen adamlardan biriydim. Sonra, tepe taklak olmaya başladı her şey, zamanla. Bazılarını kaybettim, bazen terk edildim, bazen başarısızlık ya da hüsrana uğradım, adım adım ilerliyordu. Yaşadıklarımın kimini anlatabilecek cesaretim oldu etrafımdakilere, kiminiyse sadece burada paylaştım; Facebook'umdaki aptal ordudan kimsenin, yazıları paylaşmama rağmen burayı okumadığını bildiğim için.
En son, tecavüz vakasıydı sanırım. Birini kurtarmaktan, birini kurtarmaya çalışmaktan, eski içgüdüyle günün kahramanı olmaktan vazgeçtiğim zaman... Koruyamamıştım, kendimi suçlamam belki yersizdi ama kıçımı kaldırabilseydim o gece, bunların hiç biri gerçekleşmeyecekti. In The Fade'i, ciddiyetle dinlemeye başladım.
"ain't gonna run
just live till you die, wanna drown
with nowhere to fall into the arms of someone
there's nothing to save i know
you live till you die"

kısmını, ağzıma sakız ettim. Kurtarabileceğim herkes tarafından lanetlendiğimi düşündüm, hala da düşünüyorum. İntihar eğilimim belki bundan kaynaklıdır, kim bilir... Ancak onların rüyalarıma girmesi, kabusum olmasının kaynağı duyduğum suçluluk duygusu ve pişmanlık. Sonuçta;
"Kurtaracak kimse kalmadığında kahramanın rolünü çalmanın manası nedir?"

26 Nisan 2013 Cuma

Glikozla kuvvetlendirilmiş mısır tarlalarındaki anason aroması 17

"Neyi, neden yaptığının farkında mısın?"
Bu, hayatımda gördüğüm en basit cümlelerden biri olabilir. Hatta bu, hayatımda duyduğum en basit, aynı zamanda en çok şey ifade eden cümlelerden biri bile olabilir; tıpkı "Bu sefer, mutsuzum ama keyfim yerinde" gibi.
Peki, kendi çapımdaki monologa veya sizin çapınızdaki diyaloga neden bu şekilde girdim? Sırtımda gururla taşıdığım Dimebag dövmesini rötuşlaması için; hayatında ilk kez gerçek deriyle çalışacak amatör bir kadına güvenmiştim. Neden güvendiğimi soracak olursanız; size verebileceğim tek cevap; muhtemelen onun bir kadın olması olur. Daha önce birlikte olduğum, güzel, İrlanda asıllı bir Amerikalı kadın olduğundan bahsedebilriim. Burada, gerçek anlamda bir dövmeci olarak çalışmak isteyen bir kadın... Hanginiz, size daha önce dokunduğu veya dokunabildiği için bir amatöre güvenebilirsiniz?
Ben, bunu becerebildim. Neden ona güvenebildiğim konusunda bir fikrim yok. Sadece, sırtımdaki dövmenin hatlarını bir kez daha çizecekti. Bir iki biranın ardından perttim. Plastik, siyah eldivenin ardından ellerini hissetmeye çalıştım. Olmadı. O kadar olmadı ki, işi bitince; gittiğimiz barda, saçma sapan bir internet sitesi vasıtasıyla tanıştığım kadınla ilgili bana taktik veriyordu. Söyledikleri az çok bu şekildeydi:
-Herkes dürüstlüğü ve piç kurularını sever. Fakat, biraz daha; "sakin" olmalısın. O, senden hoşlanıyor ama sen onun zekasını yere çalıyorsun.
İyi çocuğu oynamayı denedim. Defalarca... Şimdiyse hatırlıyorum Hemingway'i... Yo hayır, o Hemingway değildi; bambaşka biriydi belki de ama güzel söylemişti:
"Write drunk, edit sober."
Açıklamasını ya da olayla ilgili tüm ayrıntıları belki yarın yazabilecek mecalim olur, ama ben yatıyorum. Konuyu hiç bir sikime bağlamadan yatıyorum. Saksoya niyetli biri yoktur aranızda da... Artık demir alma vakti gelmişse zamandan, meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan... Ah ulan şair, bizi de indiriverdin, helal olsun...

edit: İmlayı falan sikip atmışım. Şimdi devamı...
Hikayenin devamı şu; gece boyu Selen'le birbirimize laf soktuk. Hatta Selen, kendisine Facebook'ta daha güzel olduğunu söylediğim için, Turgut abinin yerinde defalarca göğüslerini sıkıştırarak açtı. İradeli olmam gereken zamanlar vardır. Onlardan birini kullanıp Selen'in göğüslerine değil, gözlerinin içine baktım. Ardından, birlikte taksiye bindik, Selen'in evine gidiyorduk. Sırtıma Bepanthene lazımdı ve Selen'in evinde Bepanthene vardı. İplerin elimden kaçtığını, Selen'in, bizi uzun yoldan kendi evine götürmeye çalıştığını görünce fark ettim. Bardan çıkar çıkmaz oldu bittiye getirmiş, sözde "Wingman"im Emma'nın yolda kendi evine dönmesine izin vermemişti. Emma'nın evi Beşiktaş'ta, Selen'in eviyse Ortaköy'deydi ve resmen Fulya'dan gidiyorduk Ortaköy'e. Oldu bittiye getirilmiştim ve gecenin sonunda uyuyamayacağıma emindim.
Yavaşça taksinin arka koltuğunda oturan Emma ve Selen'e baktım...
-Emma, bilmediğin bir şey var. Bizim evde de var Bepanthene. Müsait bir yerde durabilir miyiz?
Taksiden atladım, şaşkın bakışlar eşliğinde. En azından kendi evime gidecek, kendi kurallarımla, kendi bok çukurumda oynamaya devam edecektim. Yolda bir bira alıp, Fulya sokaklarında bağıra bağıra şarkı söyleyerek arşınladım yolu. Evde bir iki bira daha içerken, tekrar yanlarına gitmek aklıma geldi. Yazdığım mesaja cevap yoktu... Neyi, neden yaptığımın farkında değildim.

Bugün...
Yine beceremediğimi, bileğimde olması gereken yaraları avcumun içinde görünce fark ettim. Jilette çok az kan vardı. Elimin etrafınaysa bez parçası bağlamıştım ama çıkmıştı. Konuşmayı denedim; Selen'le. Emma'ya oral yapmış. Sahneyi görememek değil de, oraya gitsem ne olacağını bilememek içimi kemirdi. "Hiç bir şeyi bulandırmaya gerek yok. Ben eski sevgilimle barışmaya çalışıyorum. Ayrıca, ilk buluşmaya başka bir kadınla gelmen büyük düşüncesizlikti." minvalinde bir şeyler söyledi. İlk görüşme tamam da, tanıştığımız gün "kankayız biz" diyen de oydu. Yani; ilk görüşme de olsa kankaydık. Ayrıca, getirdiğim kadın sebebiyle "gözünde biten" bendim, getirdiğim kadınla yatan oydu. Hoş, "yatmadık." diyince ona dönüp "Yatmanız için onun da sana oral yapması lazımdı öyle değil mi?" dedim.
"Her şey size güzel." diye başladığım mesajlaşmayı, az buçuk şu şekilde devam ettirdim ki, yazıya devam etmemin sebebi de o mesajlaşmadır.
İnsanlarla akıl oyunları oynar, imalı konuşursunuz. İstediğiniz konuyu kapatır, istediğiniz konuyu açarsınız. Ne zaman köşeye sıkışsanız, "Yeter artık, konuşmayalım bunu." dersiniz. Beni istediğiniz gibi yargılarsınız. Tuvaletten, el altından, başkasının duymasını istemeyeceğiniz şeyleri mesajla sorarsınız, gizli oynarsınız. Kafanıza göre at koşturursunuz. Akıl oyunlarınızdan birini kaybederseniz ya da karşı tarafın iyi rol yaptığını (Emma, oraldan etkilenmediğini söyledi; bunu Selen'e ilettiğimdeyse Selen, Emma'nın iyi bir oyuncu olduğunu belirtip insanlardan nefret ettiğini ekledi... Hıh...) fark ederseniz; insanlardan nefret edersiniz. Bir süre durulur, iyileşmeye çalışırsınız. Ardından bu döngü tekrar başlar. Zaten bu döngünün sabit bir kaybedeni vardır. Çünkü o adam sabittir ve değişkenleri yoktur. Direkt konuşur, kaybeder ve gecenin sonunda evine gidip ya doğmayacak çocuklarını öldürür, ya da kendini... Onun kazanabileceği hiç bir şey yoktur. "Ama" ile ortalanan bir cümle duyar sürekli... "Dürüstlüğünü takdir ediyorum ama..." Zaten hayatı boyunca en çok "Ama"yı, intihar eğiliminde olduğu zaman duyar. Onun için sabahlar, herkese göre olduğundan daha zordur. Baş ağrısı veya mide bulantısı değil de; becerememiş olmak bitirir onu. Bir kez daha becerememiş olmak...

23 Nisan 2013 Salı

Glikozla kuvvetlendirilmiş mısır tarlalarındaki anason aroması 16

Basit başlayalım...
İki hafta kadar önce; Twitter'da, yazdıklarını periyodik olarak silenlerle alakalı bir tweet atmıştım. Ardından, bu konularla uzaktan yakından bir alakası olmayan, Twitter kullanıcısı bir arkadaşım telefon etti. (Konuya da nasıl Ayşe Arman gibi girdim belli değil.)
-İyi diyorsun, hoş diyorsun da; bana millet dönüp "Ulan Murat Abi, 120 kilo adamsın; 1000 tane tweet atmışsın; yaşından başından, boyundan posundan utan", demez mi? 
-Yok be oğlum, seni değil; Twitter yarı ünlüsü aptal kadınları ve sapları kastediyordum. Sen istersen sil, istersen patlat.
Adamın dediği aklıma kazındı arkadaş. Kendi Twitter'ıma baktığımda, karşımda; 20000'e yakın tweet ve 300 takipçi duruyordu. İşin boktan tarafı, attığım 20000 tweetin çoğu; blog, radyo paylaşımı; GetGlue'da yapılan check-inler vs şeklinde ilerliyordu. Sikerlerdi böyle Twitter adresini, sikerlerdi.
Araştırıp; tüm tweetlerimizi patlatabilen bir uygulama buldum. Uygulama ilk 15 dakika harika çalıştı; 3500'e yakın tweet silindi. İkinci 15 dakika ise karın ağrısıydı. Meğer, Twitter; 3200 tweet'ten sonrasını "cloud computing" adlı sistemde tutmuyormuş. Dolayısıyla profilime girdiğim an gördüğüm şuydu: "Bu kişiye ait bir tweet yok." Ama sol tarafa baktığımda, bana ait 15000 küsür tweet görünüyordu. Aptalca, hatta ahmakça bir 1. Dünya Ülkesi problemi...
Sildim anasını satayım hesabımı. Takip ettiğim herkesi; yeni kimlikle takip etmeye başladıktan ve "yeni yerimiz burasıdır." temalı tweeti attıktan hemen sonra... Ha ne oldu sonuçta? Takipçi falan kalmadı; 100 kişiyi görene kadar göbek deliğim çatladı da olsun; en azından gerçekten "tanıdığım" 100 kişi var artık orada ve sol tarafta 18000 tweet ibaresi görmüyorum; bu bana yeter.

Tweet, tweet, twitter, tweet, takipçi, sikerler öyle blogu. Ne anlatıyorduk? Hah, sikik Twitter'dan geçmiş ve Anselmo'nun çığırdığı o noktaya yelken açmıştık.
"Would you look at me now?
Can you tell i'm a man?

With these scars on my wrists
To prove i'll try again
Try to die again, try to live through this night
Try to die again....."

Bununla ilgili daha fazla konuşmaya mecalim yok aslında. Yeterince ağlak intihar edebiyatı yaptım, farkındayım. Ama işte, parça öyle bir yerde vurur ki adama; şaşırıverirsin. Tüm belirsizlikler, tüm kara bulutlar çöküverir üstüne. O zaman "adam" değilsindir, etrafındakilerin gözünde. Düşersin, başın masaya vurur, kusarsın; ortalık yere... Sesler duymaya başlarsın. "İyi misin? Gel elini yüzünü yıkayalım." Eğer arkadaşların gerçekse; bu soruları; sessizce sorarlar. Ancak üç beş çapulcu orospu çocuğu varsa yanında, masadaki her kadının duyabileceği ses düzeyiyle bunun sorarlar ki; sorumluluk almaya çalışan; hesapta "adamlar" olduklarını cümle alem bilsin. Çok şükür, yardım ederken bile etrafına bakan ve "Acaba beni izleyen kadın var mı?" diyecek arkadaşlarımla ilişiğimi, üniversitenin birinci sınıfında kestim. Bu yüzdendir ki; biri yardım etmeye çalıştığında "Saçma sapan konuşma la!" tribine girecek bir Behzat Ç. rolü değilim.

Son olarak, yayınlar başladı. http://roadhouse.caster.fm üzerinden ulaşabilirsiniz. Hoş, yayın saatleri tamamen keyfi; lakin yayına girmeden önce Twitter üzerinden reklam basıyorum yeterince. Son olarak;
"Mothers angel, getting smarter, how smart are you to regress unfulfilled?"

Twitter Linki Vermeyi Bile Beceremiyorum.

http://www.twitter.com/neat_whiskey
evet, olması gereken link budur. buradan ulaşabilirsiniz yeni twitter'a. saçmaladım farkındayım.

21 Nisan 2013 Pazar

Duyuru: Twitter

Yeni adresim budur.
http://www.twitter.com/neatwhiskey

ne bileyim, okumak isteyen falan olur belki diye buradan da ajans geçelim dedim. 

17 Nisan 2013 Çarşamba

Glikozla kuvvetlendirilmiş mısır tarlalarındaki anason aroması 15

İki gece önce içtim en son. İçtim dediysem, litrelerle bira altı üstü ki bu aralar fazlasını kaldırabilecek ekonomik gücüm yok. Hoş, asla da olmadı. Bir -ara- vermek lazımdı; bir ay boyunca yuvarladıklarımdan sonra. Fazla geliyordu, fazla geldiği belliydi ki titreme krizleri de kovalıyordu peşimi. Bir ayın ardından, sınavlardan önce bile içtiğim bir ayın ardından bir gece; bir pazar gecesi gözlerimi kararttım. Evet, pazar gecesi başardım. Ne demiş George Best; "Bir süre hayatımdan kadınları ve alkolü çıkardım, hayatımın en kötü iki saatiydi." Hayatımın, kısaca en kötü yirmi dört saatiydi. Pazartesi işimin gücümün, uğraşmak adına doğdum işin gücün başında uyandım. Dirseklerimden parmaklarıma kadar titreyen uzuvlarıma rağmen; hırs yaptım, her şeyi halledebildim ki son on senede "irade" gösterebildiğim tek konu buydu sanırım ki ardından soluğu saçma sapan bir marketten edindiğim altılı ile aldım ki o altılının devamı da geldi. Çok ileri gitmiştim... O kadar ileri gittiğim olmadı asla, özellikle de alkollüyken. Anahtarlığım olan çakıyı bir kez daha bileğimin dikine kullanmayı denedim fakat beceremedim. Sadece avuç içimi; masanın üzerinde dik tuttuğum çakının üzerine ağlayarak defalarca bastırmakla yetinebildim. Korktuğum, başarısızlık ya da yalnızlık değildi. Sadece, anlamsızlık; bu boku yememde baş rolü oynuyordu. Uyandığımda avcumdaki yaraları gördüğümde iki kez küfür ettim; biri cesaretsizliğime, biri aptallığıma olmak üzere.
 Bugün... Önce bir arkadaşım geldi. Ardından bambaşka, mezun biri -hayatından memnun olmayanlardan- ve hiç tanımadığım, Louie C.K. ayarında bir piç. Güzel geceydi. Evdeydim, bira vardı, gözlerim dönmeye başlamamıştı. Sonra, muhabbet her ne kadar keyifli olsa da; içeri geçebilmek veya en azından bir şeyler dinleyebilmek adına götümü yırtarken, orta açıldı; biri kafayı vurdu ve topu kalemde gördüm.
-Senin de öyle bir olayın oldu değil mi?
-Evet, gerizekalı arkadaşlarımızdan birini, eski ev arkadaşım benim odama yatırmıştı. Sabah seksi sırasındayken biz, kaşık pozisyonundayken "Neredeyim ulan ben?" şeklinde bir inlemeyle kendimize geldik.
Az çok, muhtemelen yukarıda yazdığımdan çok daha rezil bir şekilde, sözlü olarak kendimi ifade ettim. Oradan sonra her şey ters-düz, her şey siyah-beyaz. İçkimi alıp, usulca odama çekildim; baktım ona, yine. Gördüğüm ve benimle alakalı olmadığına inandığım tek şey; eski sevgilisi ve yeni sevgilisinin eski sevgilisi (tren) ile ilgili attığı bir tweetti. Sosyal medyayı cayır cayır kullansam da, lanet ediyor oluşumun tek sebebiydi o siyah-beyaz, ters-düz, gece-gündüz...
Sonra Lanegan yine başladı, tıpkı; tabanında "Siktir Git" yazan postalı suratıma yediğim günden bir kaç hafta sonra gerçekliğin farkına vardığım gün olduğu gibi; "Cool water divine, now i'm thirsty with nowhere to go."

12 Nisan 2013 Cuma

Rüya...

olayımız bir hapishanenin önünde geçiyor. arabanın içinde bir kadın ve ben varım. kadının göğsünün sağ kısmında bir kabarık var ve kalp gibi atıyor. hatırlıyorum birden kadını, son anda koreliler'i terse yatıran nava bu. (olasılıksız) arka koltukta oturuyoruz. bizi tanımlamaya çalışması için önümüzde birer adam var, dikkatlice yüzlerimizi inceliyorlar ve emin oluyorlar. "yeah." diyor ikisi de. arabadan indiriliyoruz... silahlara susturucular takılıyor. kadınla gözgöze geliyorum. punduna getirip hapishaneye doğru kaçmaya başlıyoruz, hapishaneye giriyoruz. gardiyanlar, mafya peşimizde. bazı hücrelerin kilidini açarak hüküm giymişleri de yanımıza alıyoruz. türk hapishanesi olmadığı belli çünkü çok fazla dazlak var. dazlaklar tıpkı team fortress 2'deki "heavy" oyuncular gibi. silah ve cephaneye de erişip bir isyan başlatıyoruz. mafyanın kolu kanadı kırılıyor, isyan başarıyla sonuçlanıyor. bir köprüaltındayız, tüm klan. mahkumlar da var aramızda ve bir kadın mahkum ile nava kavga etmeye başlıyor. arkadaşım reha da ortalarında. araya girip ikisini ayırmaya çalışıyorum. sonra kadın mahkum, nava'nın saçını çekmeye çalışıyor. kadın mahkumu boğazından tutup yukarı kaldırdığımda, onun deniz olduğunu anlıyorum. 180 boyunda olduğu halde onu yukarı kaldırabiliyorum, boğazından tutarak, tek elle.
o an, derya geliyor. reha'ya yazıklar olsun, bunu da mı yapacaktın diyor. reha da isyandaydı çünkü. deniz'i indiriyorum, deniz köprü altından çıkıp kar topu oynamaya başlıyor ve beni çağırıyor. gidiyorum peşinden... uyandım.

http://www.youtube.com/watch?v=UrDNi34ME8g

10 Nisan 2013 Çarşamba

Glikozla kuvvetlendirilmiş mısır tarlalarındaki anason aroması 14

Futbol, ne denli hayata benzer; hala muammadır. Dar Alanda Kısa Paslaşmalar, Green Street Hooligans, Mean Machine gibi; futbolla alakalı izlediğim bir iki film olmuştu benim de... İşin ilginç tarafı, hiç bir futbol filmiyle kendi hayatımı ya da benzer bir hayatı özdeşleştirememiş olmamdı.
Bana göre futbol, kazanan takımları gönül bağıyla destekleyen adamların; zaten hayat boyu her noktada kazanmış olması, her düzeyde merkezde olmasıdır. Burada bahsettiğim şey, Galatasaray, Fenerbahçe ya da Beşiktaş değil çünkü kabul edin; hepimiz ya babalarımızın seçtiği takımı ya da o dönem en başarılı olan takımı tutuyoruz "anamızın liginde". Hoş, benim babam üç büyüklerle kapışabilen herhangi bir Anadolu takımının arkasında duracak kadar enteresan bir adamdı ki beni döve döve Galatasaraylı yapmıştı kuzenim; yani UEFA 2000 macerasıyla alakam yoktu pek.
Ancak bir de, Avrupa'dan desteklediğin, felsefesini ya da fikirlerini beğendiğin bir takım vardır. Bu, kimine göre Bilbao, kimine göre Roma, kimine göre Liverpool olur... Fakat eğer ki sağlam bir futbol seyircisiyseniz, illa ki tarihi ya da geleneklerinden ötürü bambaşka bir takımın renklerine de aşık bulursunuz kendinizi. Misal, okulunuzun zengin, şımarık ancak sportif konularda asla zirveye oturamayacak çocuğu; Real Madrid (hatta basketbola da el atalım: LA Lakers'ı) desteklerken, silik tip Liverpool'un, Arsenal'in peşinde koşuyordur.
Bu, çok masumane bir tespit olabilir ama atlanılan çatışma şudur: günün gerektirdiği şekilde güce ve başarıya mı tapmak istersiniz, yoksa sadece renklerden ya da tarihinden ötürü bir takıma sempati duymak mı? Barca örneğini verdiğim için ağzımın ortasına sıçacak bir dolu çakma Katalan tanıyorum aslında. E madem mevzu ya da futbol kulübü, bambaşka temellere de dayanıyor; Bilbao'nun suçu ne? Bask kimliği dışında herhangi bir kimliği iki istisna dışında kabul etmeyen bu İspanyol devinin suçu ne? Kabul et, başarı ve güç, seni Barca'ya biraz daha yaklaştırdı ki bu sorun değil, Barca'nın Türkiye'deki P.R. sorumlusu gibi davranmadığın sürece...
Futbol dışında muzdarip sayıldığım (Galatasaraylıyım, yurtdışında ise sadece "Red" oldum. Hoş, sırf Barca'nın antidotu olduğundan ve Mourinho faktöründen dolayı Real Madrid'i El Clasico'larda desteklediğim -yalandan desteklediğim- de olmuştur) bir diğer konuysa, sanırım yaşım. Eskiden ne rahattık be... İki dövme, bir tık üst müzik zevki ve uzun saç ile kadınları sıraya dizerdin. Hoş, o sıraya dizdiğin kadınların hiç biriyle de doğru düzgün sevişemezdin tecrübe eksikliği ya da sıfır kilometre durumundan ötürü. Ama dedim ya, rahattın, rahattım, rahattık. Şimdiyse, belli bir sınırı geçtin, geçtim, geçtik.
Ne ortak zevkler, ne ortak spor kulübü, ne de ortak sanatçılar/müzik grupları fayda ediyor artık. Kadınları suçlamıyorum, her konuda haklılar; mevzu ilişkiler ise lakin çeneni yere çarptığın yer, işte burası oluyor. Kariyer, gelir, ailenin tabanı vb. bir dolu parametre. İki sene önce kendine baktığında iyi ya da kötü bir "kral" görürken, şimdiyse kaybettiğinin farkındasın. Bu, belli bir yaş haddinin üzerindeki tüm kadınların para yiyen lanet fahişeler olduğu anlamına gelmiyor, gelmemeli de tabii ki lakin o, senin "o"nunla aynı düzeyde -sözde- "eğlenebileceğinden" ya da "içebileceğinden" (ki içmek konusu biraz sıkıntılı... 'Kızlarla margarita keyfi, kuzenlerle mojito' gibi iletiler yazan kadınların hepsini damıtıp içerim ben.) emin olmak, onunla aynı klas konumlara erişebileceğinden emin olmak istiyor. Emin olamayınca da sonuç ya da çözüm oldukça basit... "Ben seni arkadaş olarak görüyorum."
Ne arkadaş olarak görülmektir derdim, ne de maddidir sıkıntım... Ben böyle güzelim, galiba. Namlunun ucunda, sessiz; sakin.


9 Nisan 2013 Salı

Glikozla kuvvetlendirilmiş mısır tarlalarındaki anason aroması 13

Bundan bir iki sene öncesine kadar, bilgisayarıma kimsenin dokunmasını istemezdim. Bu yüzden şifre bile koymuştum. Çünkü kimsenin izlediğim pornolara ya da girdiğim pornografik içerikli sitelere tanık olmasını istemiyordum. Utangaçlık, seks ihtimalinin azalması vs...
Aradan zaman geçti, altı ay kadar belki de. "Private Browsing" çıktı ve kimseye çaktırmadan porno olayına girmeye başladı millet "hesapta". İşte o dönem, "Bana ne lan, neyi saklayacağım?!" dedim kendime ve rahat rahat, hatta Firefox'a eklenti kurup beğendiğim pornoları bilgisayarıma indirerek devam ettim. Pişman da değilim...
Şimdiyse, durum çok daha farklı. Hala çatır çatır giriyorum, izliyorum fakat eğlence için değil ya da mastürbasyon bir ihtiyaç olduğu için değil. Yalnızlığım için... Hesapta yalnız yürüyen ancak asılan adamım. Ne Issız, ne de Halil Sezai... Boş, hazırsa "olur" diyen ve rahatsızlık verici derecede dürüst. Diplomasiden hiç anlamadım zaten, insanların neden diplomatik olduğunu da anlamadım aynı şekilde. Bu yüzden, güzel bir kadın geçtiğinde sap arkadaşlarım saçı, boyu, başı ile ilgili yorum yaparken; ya da en fazla pozisyon tayininde bulunurken benim yaptığım yorum sonrası "Oha, iğrençsin lan!" nidaları yükseldi. Hoş, bu; onların benim kadar hasta şeyler izlediği anlamına gelmez tabii ki fakat evet, ben iğrençtim. Hala bir korku var tabii... Bilgisayarıma biri ulaşsa; bulacağı rezil pornografik videolar dışında aradığım çözüm yollarına, A.A.'ya ya da "revolver" kelimesinin Google'da aranmış olmasına rastgelebilir ve gerçek endişe başlayabilir. Sırf bu yüzden yeni bir şifre bile yazarım aslında ancak bana bu kadar yakın olanlar ya da gerçekten tasalanacak olanlar, "Vasiyet" isimli belgenin de farkındalar ve neyi ne zaman arattğımı da sanırım fazlasıyla iyi biliyorlar.
Öte yandan bu karanlık, basit cümleler ve sözde eleştirel; kökende tiksinel satırların içinden ciddi anlamda bir Çakma Bukowski çıkıyor, evet. Ancak o şekilde anılmak beni, yüzsüz olduğumdan ötürü değil de adama duyduğum saygıdan ötürü gururlandırıyor. Tek sıkıntı, sinemaya yaklaşım tarzımın da Hemingway, Bukowski gibi adamlar üzerinden yapılandırılmış olduğuna dair yanılgı. Filmlerden tiksinmiyorum, sadece film izlemeyi sevmiyorum ki sevemem de. Asla ama asla "Bir film çakıp yatayım." adamı olamadım ki buna "yurt" dönemim de dahildir. Çünkü konsantrasyon kaybı konusunda yaşadığım eksiklikten adeta bir tez çalışması çıkar. En ağır dizileri bile izleyebilirim veya en hafif filmleri bile takip edebilirim ancak bir taraftan iş yapmam lazım. Yemek, içmek ya da sigara sarmak bile olabilir bu iş. Fakat öteki türlü, hiç bir şey yapmadan bilgisayar ya da televizyon karşısında film izlemem imkansız. Bu yüzden de sinema konusuna ya da filmlere karşı en ufak bir öfkem ya da nefretim olmasa da internetle gelen "film izleme" kültürünün ya da filmler üzerinde de yaşanan bu tüketimin zaman israfından öteye gitmeyeceğini düşünüyorum; en azından kendi adıma. Hoş, bunu diyen adamın da kitap okuması falan gerekiyor ancak onu da yapmıyorum açıkçası.
Son olarak; kötü ya da ağır dönemlerden geçtiğini iddia eden, etrafımda gezinen herkese sarf ettiğim iki çift lafım var. Ona karşı ne hissettiğim konusunda hiç birşey bilmediğim bir kadın, benimle görüşmeyi kesti. Son buluşmalarımızdan birinde, tecavüz ve gaspa uğramış bir şekilde benim evimdeydi. Ağır ve anlık bir parlamayla ev arkadaşım, kuzenim ve çocukluk arkadaşımı(hepsi aynı kişi) kaybettim sayılır, muhabbetimiz pamuk ipliğine bağlı. Amerika'ya gitmek istiyorum, ancak oraya gitmem konusunda beni cesaretlendiren; ailemin Amerika'da yaşayan bölümü de İtalyan Aileleri kadar; "aile" kavramına önem vermediklerini gösteren bir hamleyle beni şah-mat yaptılar. Yarım ağızlı konuşmaların ardından, iki haftada bana bir davetiye mektubu göndermemeyi de becerebildiler. Hayatımda kurduğum tek yurtdışı hayaliydi... Evet, tek acıyı etrafımdakiler çekiyordu. Bir gece uzun uzun anlatır; ah pardon, yazarım belki.
Son olarak, cuma akşamı A.A. Nişantaşı'ndayım. İsteyen buyursun gelsin, bir iki saat kadar kamu spotu izler; ardından da boktan bir bar bulup içeriz.

Glikozla kuvvetlendirilmiş mısır tarlalarındaki anason aroması 12

 Dünkü kafa açmamın ardından, iki gündür aralıksız dinlediğim; sadece güzel olduğu için değil, aynı zamanda bu aralar yaşadıklarımı da anlatan bir parçayla devam edelim.

http://www.youtube.com/watch?v=KT8J_57FTt4

 I myself, I've got a certain need
Certain urge that makes a man complete
And it's in her eyes
And it's in her moves

Got my target locked on infra-red
There's no escapin'
Got my destination set
Fear no consequence
All at my expense

Hit me hard with a two by four
I come back and ask for more more more more
You can move unkind
Baby I don't mind

You can turn and twist me round and round
You can rough me up and rough me down
You can turn me left and turn me right
With haste I take the first taste

8 Nisan 2013 Pazartesi

Glikozla kuvvetlendirilmiş mısır tarlalarındaki anason aroması 11

Babamla yaşadığımız çoğu sohbette diyalog dönüp dolaşıp, kadınlara gelir. Kendisi yanlış bilmiyorsam sekiz kez nişan attığı halde, günümüzün "fuckbuddy" ilişkisinin tiksinçliğinden bahseder. Açıklamaya çalıştığımdaysa ya anlamaz, ya dinlemez.
Açıklama basittir aslında, kendisinin; zamanında yaptığı "nişan atma" eylemini, şimdi doruk noktalara ulaşmış durumdadır. İlişkinin heyecanlı kısımlarında, yani başlarda, teknolojik nimetler ve aileden uzak, üniversiteli kadınlar; yuppieler sebebiyle bir hafta ile bir ay arasında değişen bir süre içersinde sıkılmalar başlar, aramamalar, "Bugün gelemem."ler başlar, ikinci aya girilirken sadece evde buluşup sevişmeler işin içine girer, ikinci ayın sonlarında evde sürekli birlikte geçirilen zamandan da sıkılır taraflar, sonrasında ya aldatma gelir, ya da ayrılık. Hesapta "Ciddiyiz." denilen ilişki, iki-üç ayın içinde son buluverir. Başlangıçta "Seni asla bırakmayacağım." diyen adamlar, bırakıverirler kadınlarını ya da "Sen benim her şeyimsin." diyen kadınların kaybedecek bir şeyi kalmaz bir anda. Ayrılığı, taraflardan birinin yeni sevgilisi bulması olayı takip eder. Yeni sevgili bulamayan kişiyse, yeni sevgilisini bulana kadar, eskisini takıntı haline getirir ve tüketim toplumu; bir kez daha tüketiyordur her şeyi tükettiği gibi.
Eski kafada durum tabii biraz daha farklıdır. "Fazla muhabbet yari bozar." derler mesela. Bu kadar fazla vites yükseltmeye gerek yoktur, adım adım, yavaş yavaş ileri gidilir cinsel ilişkiyle başlamış olsa bile. Özlemek vardır, bazen konuşamamak vardır. Bulunduğum neslin en büyük sıkıntısı da burada başlar ya zaten... Eski kafayla, yeni-dinamik ilişkilerin arasında kalma durumu sebebiyle; 25 yaşın altındaki bir çok bireyin duygusal yönden dengesiz olduğu söylenir hep. Hatta bu "bitiverir, tüketmeyelim" korkusuyla bir çok standart kalıp kullanılır. "Yavaş gidelim, lütfen." bunlardan en fazla kullanılanıdır.
İşte, "Fuckbuddy" durumunun ya da yalnız kadın-yalnız adamın hayat tarzının sebebi, yukarıdaki standart taban; değişmez yapılı ilişkilerdir. Bu kadar TV dramını üstüste yaşayıp, şampuan değiştirir gibi sevgili değiştirmektense "yalnız" ama tutarlı olmayı seçer birey, etrafında gördüklerinden sonra. Bir yerden sonra bu yalnızlığa alışır, kimseye dokunamaz hale gelir, yalnız ölme korkusuyla bir iki kez dener; denemelerinin sonucu genelde başarısızlıktır ve kendi hayatına döner. En büyük korkularından bir diğeriyse, sadece cinsel tatmin amacıyla kurduğu arkadaşlığın bir gün Amerikan romantik komedilerde olduğu gibi "duygusal"a dönüşmesidir ki durum bu noktaya da yüksek ihtimal çerçevesinde gelir, özellikle bu coğrafyada çünkü sadece yatmaksa mevzu bahis eylem; zaten "kıçını dönüyorsun işini bitirince." denir ve tartışma başlar. Yatmaktan öte, aynı zamanda çok yakın arkadaşlıksa durum; birlikte geçirilen zaman dilimi içersinde başkasına bakmak, kadın ya da erkek tarafından yasaklanır.
Çarpıktır, çarpıklığı bir yerden sonra göz korkutmaktan öte; ilişkilerden nefret ettirmeye ulaşır ve yalnız, yalnızdan öte; kendi başına olmayı öğrenir. Eski ya da yeni kafa için tiksinç ilişkilerden de, sürekli değişen ilişki durumlarından da, insanlardan ve çevresinden de uzak durmaya başlar; bireyleri ve olayları yadırgar ve boş bir odada, ya mastürbasyon yapar, ya içer, ya da yazar. Bir gün gerçekten büyük bir yazar olacağının umuduyla...

Glikozla kuvvetlendirilmiş mısır tarlalarındaki anason aroması 10

Hayatta, hiç bir şeyin değişmemesini bekleyecek kadar saf yoktur aramızda. Teknolojinin, müziğin, eğitimin, sanatın, edebiyatın ya da en önemlisi; insanların ve ilişkilerin... Sadece geçmişe duyduğumuz özlem üzerinden bazı saptama ya da yorumlarla, ya da tespitlerle yaşlı osuruklardan farksızlaşırız. "Bizim zamanımızda delikanlılar köşe başını tutarlar, sapığa hırsıza aman vermezlerdi." "Bizim zamanımızda Taksim'e takım elbiseyle çıkılırdı." "Bizim zamanımızda böyle bilgisayar falan yoktu, çelik çomak oynardık."
Bu ve benzeri cümleleri bir çok yaşlı osuruktan, hayatım boyunca dinledim ve hepsini kulak ardı ettim ancak şimdiki kafayla düşününce, hak veriyorum. Bizden bir sonraki jenerasyon da altını çizdiklerim, üstüne bastıklarım konusunda bana hak verir mi, emin değilim. Çünkü bulunduğumuz nesil, aslında en arada kalmış; en sikik , en kokuşmaya meğilli jenerasyon.
Bilgiden başlayalım... Bizden bir önceki nesil, kafa patlatır; bilgiye uzun yoldan ancak kendi yöntemleriyle ulaşır ve öğrenirdi. Araştırır, sonuca kazıya kazıya giderdi. Çünkü öğrenmeyi öğrenmişlerdi, saf ve işlerine direkt olarak yarayacak bilgiyi değil.
Biz? Problemin çözümü için biraz daha saf bilgiyi istemeye başladık, saf formülü ya da... Çünkü elimizin altında Google veya Wikipedia gibi iki büyük kaynak vardı. Ayrıca; büyüklerin yolundan da pek sapmamaya çalışıyorduk. En azından formülü bulana kadar belli başlı süreçlerden geçiyor ve sonunda bulduğumuz formülle problemi çözüyorduk.
Bizden bir sonrakiler? Direkt çözüm... Daha azı ya da daha fazlası değil. Sadece ve sadece çözüm. Hazırcılık, bir nevi tüketim toplumu; zaten bu bilgiye açlık ve çözüme olan hayranlık sebebiyle sadece 140 karakter üzerinden "haber" okunuyor artık. Gazete almak yerine "iPad" veya tabletler gündemi takip etmenizi sağlıyor. Artık herhangi bir gazetede çalışıyorsanız, hemen sorulan soru: "Web sayfası var mı? Mobil uygulaması var mı? Tablet uygulaması var mı?" oluyor. Zaten; köpek besleyen ve henüz ilk ayını tamamlamamış, tuvalet eğitimini verememiş insanların köpeklerinin üzerine işemesi ve sıçması için, emekliler bilgisayar kullanamadığı için ve bazı gazeteler websitesine sahip olamadığı ya da rezalet websitelerine sahip olduğu için var artık gazeteler. Fazlası için değil. Keza aynı şekilde, artık "satmadığı" veya "elektronik kitap" formatında tüketildikleri için; "yazılanlar" artık "cloud computing"in bir köşesinde, havada asılı kalıyor. Öteye gidemiyor, dergiler standlardan kalkıyor, kitabevleri düşünüyor, iflaslar geliyor, ben ve benim gibi bir çok "yazar olmak, basılı bir yayının altına imza atmak" isteyen adam aval aval etrafına bakıyor. Durum, ileride bugün bulunduğumuzdan çok daha kötü olacak, ona şüphe yok. Hatta ve hatta, bu işten karlı çıkan yegane meslek grubu, şu anda da on-yirmi sene öncesinin her türlü ürününü satan sahaflar ve antikacılar olacak. Zengin ve belli bir yaşın üstünde, entellektüel birikimini cümle aleme göstermek isteyen adamların cebinden geçinecekler şu anda yaptıkları gibi ki; şu an mutualist bakterilere benzetiyorsak onları; ileride birer virüs olacaklar.
Müzik? O çoktan değişti zaten. Analog-dijital üzerine saatlerce konuşabilir, bilimsel ya da duygusal tartışma içine girebiliriz. O konuda benim diyeceklerimi Josh Homme, zaten Sound City isimli, Dave Grohl imzalı belgeselde, hafifçe gözyaşı dökerek söylüyor zaten. "The internet is cool for some stuff but like many things, there's no book store, there's no music store and there's no Sound City." (İnternet bazı konularda gerçekten yarayışlı olabilir ancak bir çok konuda olduğu gibi; artık kitabevleri yok, müzik dükkanları yok ve Sound City yok.) En azından, mümkün mertebe; gerçekten enstrümanların çalındığı müzik dinlemeye kulağım yatkın da, aradaki farkı görebiliyorum kimi zaman...
Peki ilişkiler? O da 11. bölüm olsun.




5 Nisan 2013 Cuma

Glikozla kuvvetlendirilmiş mısır tarlalarındaki anason aroması 9

Yarın, 6 sene önce DD ile verdiğim dersi, not ortalamam mezun olmaya yetmeyeceği için tekrar almamdan ötürü bir sınavım var. (MAT101E) Hesapta bugün çalışacağım için, sabah sekizde yattığım halde, öğlen birde, birlikte ders çalışacağım arkadaşım, Can tarafından uyandırıldım. Can benim yatağımda uyuyakaldığı için, salonda yattığım kanepede, beyaz tenli, İrlanda asıllı, çilli bir Amerikalı kadın uyuyordu. Uyanmamak için en büyük sebebim sayılabilirdi; ama arkadaşımı da satamazdım.
Yavaşça doğrulup mutfağa geçtim. Sigara altı olması amacıyla tost yaptım ve odamda, bilgisayar başındaki Can'ın yanına çöktüm. Ağzımdaki iğrenç tadı, "sağlam adam" etiketini en çok hak edenlerden biri olan arkadaşımın; üşenmeyip markete inip aldığı meyve suyu ve suyla bir nebze giderdim. Toparlanıp duşa girdim ve hesapta hazırdım çalışmaya. Bir bir buçuk saat çalıştıktan sonra yatağıma sızmadan önce son bir sigara yakmaya çalıştım. Lucky Strike'ın kırmızısı kalmadığı için, siyahıyla idare ediyordum ve çamur gibi olan ağzım; mentol istiyordu. Elimin titremesinin ulaştığı boyutları, bir pipet tuttuğumda ya da mentollü olması için Lucky'yi çıtlatmaya çalıştığımda anlıyorum genellikle. Can çıtlattı.
Ben sigaramı içerken; "Günaydın." dedi ve torlanıp toplanıp gitti Amerikalı kadın. O esnada Can da Team Fortress 2 oynuyordu. Plan yapıldı, Can'ın kız arkadaşı sular seller gibi matematik bildiğinden ötürü, karşıya, onun yanına gidecektik saat 6.30 gibi... Biraz kestirmek amacıyla yatağa girdim, sızmışım...
Can, beni aynı gün içinde ikinci kez uyandırdığındaysa; bir titreme krizine girdim. Neden, nasıl oldu bilmiyorum ancak titreye titreye kalktım ve heyecan, kan ter içindeydim. Yüzümü yıkayıp suratıma baktım. Evet, bu rezalet halimle de olsa çalışmalıydım ve önceki gece sabah ezanından sonra bile uyumamak; ağzıma adeta sıçmıştı.
Yola koyulduk, ders çalıştık ve eve dönüş yolu boyunca; yazar olursam gerçekleşebileceklerin üzerine kurduğum hayaller ve güzel bir kadının kollarında uyuma fikriyle shuffle'dan neşeli neşeli şeyler dinliyordum. Yolda ev arkadaşıma denk geldim, "Emma bu gece gelmeyecekmiş, haberin olsun." dedi. 1-0...
İçmemeliydim, ertesi gün sınavım vardı ancak Tekel Bayii'nin önünden geçerken uzun zamandır dinlemediğim bir şarkı yapışıverdi kulaklıklara. "Nefesini Tut"... Koray Candemir'in, zamanında yaptığı son çırpınışlardan kaliteli olanı... (Kargo'nun dönüşü çok rezildi.) 2-0...
Tekel'e girdim, bira dolabının önünde bira seçen çocuklara, "Bana da iki Efes Malt çeker misin kardeş?" dedim, biraları aldım, eve yollandım.
Abartmayacağım, içip; yatıyorum. Sırf bunu yazarken içebilecek bir şeylere ihtiyacım vardı.