Google+ boş mideye iki duble viski: Ocak 2010

27 Ocak 2010 Çarşamba

(İsimsiz) Bölüm: 2

Elini yakan izmarit, beş dakika bile uyumasına izin vermemişti. İzmariti camdan dışarı fırlattı, karnını kaşıdı. Telefon rehberini alıp hole geçti. Avanaklığını atlatmaya çalışıyordu. Yapılacaklar vardı... Aranması gereken insanlar vardı. Holde atılan kararsız bir voltanın sonunda telefon rehberini masanın üstüne koyup kağıt kalem aldı kenarlarında simetrik ve tatlı bir kızarıklık oluşmuş parmaklarının arasına.

"Temizlik?-evi bok götürüyor.
Tercüme...
Metin'i ara, akşam sahil?
Duş..."

Hazırladığı yapılacaklar listesine bakıp, bu kadar kısa bir listeyi akılda tutamamanın verdiği utançla başını kaşıdı. Önce temizlikçiyi daha sonra Metin'i arayıp, hem eski dostuyla yarım saat içinde gerçekleştireceği buluşmayı ayarladı; hem de on beş dakika sonra boşaltacağı eve temizlik işçilerinin gelmesini sağlayacak telefon görüşmesini yaptı...
Duşa girdi. Çıkınca gözüne ilk ilişen t shirtle kotu giydi.
Masanın üstündeki paradan; temizlik için gerekli olan miktarı ocağın yanına koydu, kalanını cebine attı. Cekedini alıp çıktı. Yedek anahtarı da bakkala bırakmayı unutmadı.
Çoğu insan onun evi konusunda bu kadar rahat olmasını anlayamıyordu... Evini genelde sokaktan bulduğu koltuklar, kanepeler, mobilyalarla döşemişti. Tüplü televizyon evdeki en teknolojik varlıktı. Genelde parasını cüzdanında taşırdı... Dışarıdan bakınca insanlar işin maddi kısmında olmadığını biliyorlardı ancak insanlara; mülklerine bir yabancının girip çıkması fikri her zaman ters gelirdi.
Zaten -her ne kadar hazırlıklı olunsa ve karşı taraf bir yabancı olmasa da- misafirlikler de böyle değil miydi? En misafirperver birey bile misafir ağırlamaktan az da olsa rahatsızlık duymaz mıydı? Kurulu düzenin bozulması, istediğin anda yalnızlığa kavuşamamak, izole olamamaktı belki de misafir ağırlamanın dezavantajı... Belki de yapılan onca hazırlık, tamamıyla gereksiz olsa da sürekli gülümseme ve her işe koşturma, her ihtiyacı dinleme zorunluluğuydu "misafir" kelimesini soğuklaştıran. Gerek Türk kadınlarına özgü "altın günleri", gerek doğu-batı melezi; bol hazırlıklı, içine sevgiden çok stres katılmış, misafirli akşam yemekleri, üstüne yürüyüş yapılan brunch'lardı evde mülk sahibi dışında birilerinin bulunduğu günler...
Onun evindeyse kimse misafir değildi, kimse müşteri değildi... Herkes yolcuydu, gelir-giderlerdi. İnsanlara -yalnız kalmak istediği vakitler dışında- fakirhanesini açmaktan çekinmez ancak mükemmel bir misafirperverlik de sergilemezdi dostları onlara tavır aldığını düşünmüyor olsa da... Bıraktığı üniversite sebebiyle geldiği İstanbul'daki hayatının ikinci senesinde çıktığı Cihangir'deki, tek cepheli, stüdyo tipi daire kimi zaman taksi parası olmayan arkadaşları için bir sığınak, kimi zaman yurtta kalan arkadaşları için bir aşk yuvası olurdu...



Metin, Toprak'ı The Marmara'nın altında, herkesin kendini çok özel hissettiği, fahiş fiyatlarla içtiği kahvelerin üstündeki logoyla birbirine hava gazı sattığı Starbuck's'ın önünde bekliyordu.
Toprak'ın kaportaya tokat attığını duyan Metin çocuk kilidini açtı.
-İçerideki karıları kesiyordun değil mi lan? Çakal...
-Yok ulan seni bekliyordum.
-Külotlu çoraplara olan fetişini bilecek kadar uzun zamandır tanıyorum seni.
-Tamam ulan kesiyordum... Off sarışına bak... Ya orospu ya da şu yaşlı göte zarf atıyor...
-Sorayım istersen gidip...
-Neyse, yardırıyor muyuz sahile?
-Yardır Yeniköy'e, götür beni gittiğin yere Metin!
-Bekleyin bizi kancıklar! Biz geliyoruz!
-Duyan da sahilde sikimizi sallayacağız sanır.
-Niye, sallamayacak mıyız?
-İlişkimiz o noktaya ulaşmadı Metin...
-Metin, yandı Metin!!!

Dolmabahçe'yi birazcık geçince o kültleşmiş monolog döküldü Toprak'ın sigara tutan dudaklarının arasından...
-Böyle trafik mi olur ulan? Allah topunuzun belasını versin.
Metin'in Yeşilçam klasiklerinin kötü adamlarına özenircesine attığı kahkahayı duyan Toprak, camdan dışarı bakıyordu. Kahkaha devam etti...
-Ne gülüyorsun, çok mu komik? Kitlendik kaldık yine burada...
-Toprak lan, çıldırdım bu ara iyice. Arabadan çıkıp "Yok mu beni siken?" diye bağırdığımı hayal ettim.
-Pasif eşcinsel içgüdülerin mi kabardı? "Yoksa bunu yaparsak ne olur?" diye mi düşündün?
-B şıkkı...
-Hayatının sınavlardan ve sistemden ibaret olduğunu görmek üzücü olsa da...

Kapıyı açtı. Kaportanın üstüne çıktı ve içtiği kanserin mirası olan boru gibi sesiyle bağırdı:
-Yok mu bizi siken...

Metin utanmış, ne yapacağını şaşırmıştı.
Fakat eli ayağına dolaştıysa bunun sebebi trafikte sıkışmış; dışarıdan bakınca Sibirya'da, insanların etrafında sevişerek ısındığı, buz tutmuş göletlerden çıkan penis gibi görünen, trafikte sıkış tıkış yerleşmiş arabaların; Toprak'a ayıplayıcı, dalga geçen, şaşırmış bakışların sahiplerinden ve ona laf atan alkollü öğrencilerden ziyade ileriden gelen mavi üniformalardı.

Polisle ne Metin'in, ne de Toprak'ın bir alıp veremediği olmamıştı. Ancak Türkiye şartlarında, gerek skandallar, gerek kulaktan dolma bilgiler, gerekse toplumun siyah ile beyaz arasındaki griyi görememesi sebebiyle tüm mavileri "kötü adam" kategorisine sokmuştu bireycikler. Sadece işini yapmaya çalışan dürüst polisler bile üzerlerindeki üniforma nedeniyle Amerikan filmlerinde donut yiyip kahve içen rüşvetçi "aynasızlar" olarak tanınıyordu. Diğer tarafta ise polisler düzeni sağlayıcı, görevini aksatmayan, aralarında bir tane bile çakalın bulunmadığı insanlar olarak bilinirdi.
İnsanlar, belirli bir kutba dahil olmayı, öyle ya da böyle bir toplulukla anılmayı seviyordu ve kimse karşı tarafın düşüncelerini anlamaya çalışmazdı. Diğer kutup suyun sıvı olduğunu, hatta bir günün yirmi dört saat olduğunu bile söylese yanlıştı. Bu kutuplaşmanın altında yatan sebep ise barizdi. Yalnız kalmayı, kendine yetmeyi beceremiyordu insanoğlu. Mevcudiyetini kabul ettirmek için bir tarafta olmak, kendini oraya ait hissetmek gerekiyordu genel eziklik sebebiyle.

Polis memuru arabaya yaklaşırken, Toprak da kaportadan indi...
-İyi akşamlar komiserim.

22 Ocak 2010 Cuma

(İsimsiz) Bölüm: 1

-Nereye?
-Taksim, meydana götür beni.
-Derhal...
Beş dakikalık yolculuk... Sanki taksici, sizin özel şoförünüzmüş de camları filmli özel aracınızın arka koltuğunda gibi, bir taksinin ön koltuğundayken kendinizi özel hissetmek... Belki de insanlar bu yüzden taksi kullanıyordu. Yoksa günahın yedi tepesi, mavi gözlü fakat kirletilmiş, namusu bozulmuş güzel kız İstanbul’da tramvay, metro gibi çok çeşitli ulaşım aracı mevcuttu. Ancak çoğu büyük şehir insanı beş dakikalık özgüveni için taksiyi tercih ediyordu.
İnsan doyum ve egodan oluşan bir hayvandır... Etrafındakilerin kendisini üstün düşünebilmesi uğruna yemediği bok da yoktur. Kimi bunu altlarına kötü davranarak yapar çünkü saygıyı hak ettiğini düşünür, her ne kadar saygı verilmeyen; tam tersine alınan bir şey olsa da... Kimiyse maskesini takar, etrafındaki herkesle iyi geçinir, birinin yardıma ihtiyacı varsa koşuverir.
Saatine baktı. 02.32... Bu saatte burada ne işi olduğunu sorgulayamayacak kadar sarhoştu... Trafik lambasına tutundu bir müddet. Derin bir nefes, yakılan bir sigara. Şimdi hazırdı kağıt üzerinde masum, içindeyse her zaman bir şeyler saklayan; duygularını her zaman bir maskeyle örten insanların arasına girmeye.
İstiklal Caddesi’nde yürüdü on beş dakika boyunca. Dümdüz, nereye gittiğini bilmeden... Bu duyguyu özlemişti. Ne buluşması gereken biri vardı, ne de yetişmesi gereken bir yer. Sadece yürüyordu. Spontane...
-Bayanlı ortam lazım mı, diyerek yaklaştı bir çakal.
Çakalları severdi. En azından lafı uzatmadan, direkt söyleyen üç kağıtçılardı bunlar. Ne, “Affedersiniz şunla bunla ilgili küçük bir anketimiz var...” diyen, daha sonraysa sizi kolunuzdan tuttuğu gibi ofise götürüp verdikleri hizmete kaydolmaya zorlayan anketörler gibilerdi, ne de “Pardon bayan saatiniz kaç?” sorusunu, muhabbet açmak için soran başarısız Kazanova’lardı çakallar... Sadece işlerini yapmaya çalışıyorlardı.
-Lazım olursa ilk seni bulacağım emin ol.
-Ukrayna’lı var, Rus var, Moldovalı var. Karı bol bey ağabey, sen yeter ki iste... Gel götüreyim seni mekana?
Cebinden bir yirmi liralık banknot çıkardı.
-Al bunu... Kendine bir iyilik yap ve bir paket naneli sakız al. Bu nefesle müşteri çekemezsin, hadi rastgele.
-Sen benimle taşşak mı geçiyorsun ulan?!
-Üstü kalsın, dedi ve orta parmağını gerisinde kalan adama doğru kaldırarak yoluna devam etti.
Duraksadı. Hafif solunda kalan mekana pür dikkat kesildi. Her ne kadar alkol komasına girmesine bir duble viski kalmış olsa da, burayı asla unutamıyordu. Çünkü o büyük, ışıl ışıl levha; ilk cinsel tecrübesini hatırlatıyordu ona.
O büzüşmüş klitorisin içine yavaşça ittireceği üçüncü kolunun, kendisini ebediyete kavuşturacağını sanmıştı ergen gerisi sefil... Halbuki babasının “Seviniz” konulu nutkunu dikkate alsaydı, ilk cinsel tecrübesini şehvet dışında bir takım duygular beslediği bir kadınla yaşasaydı, belki de her şey onun için çok farklı olurdu. Lakin insanoğlunun gerek o aptal kutusunda yayınladığı dizilerde, gerekse büyük perdelerde icat ettiği zaman makinesi hala icat olmamıştı.
İç geçirdi. Dostlarına kimi zaman, daha önce ne kadar piç olduğunu ispatlayabilmek için anlattığı bu anısını hatırlamak onu yürümekten alıkoymaya yetmişti.
Hatırlamaya çalıştı. O göçmen kadını... Dağıldığı için batının götüne kına yaktığı Yugoslavya’nın varoşlarından büyük hayallerle Türkiye’ye nasıl geldiğini anlatmış olan o otuz beşini aşmış hüzünlü orospuyu... Sarışın, renkli gözlü, ilerleyen yaşına rağmen gayet orantılı bir vücuda sahip olan kadını. Unutması imkansızdı... Üstünden ne göğüsler, ne klitorisler, ne bacaklar, ne kalçalar geçmişti... Lakin unutamıyordu. Aşık değildi ona. Duygu da beslemiyordu ki ilişkilere yıllar yılı bir oyun gözüyle bakan bu serserinin; bu tek gecelik aşk adamının bir kadına duygu beslemesi imkansızdı. Sadece simasını unutmamıştı...
-İçeri girecek misin, yoksa burada böyle dikilecek misin? Kızlarım rahatsız oluyor.” dedi yanına yaklaşan manukyan.
-Sekse para vermek için fazla iyiyim. Kızlarına hepsine yetecek kadar sevgim olduğunu söyle. Hayırlı işler.
Adımlama vaktinin geldiğini biliyordu... Devam etti yürümeye.
Üstünde yürüdüğü cadde, İstiklal Caddesi aslında hayattan farksızdı. Doğardı; Taksim Meydanı’nda. Yürürdü Özsüt, Burger King boyunca; şehrin kadınlarını sırf ürünlerinin üzerindeki etiketler sebebiyle cezbeden mağazalar boyunca, alışveriş çılgınlığı boyunca, ağzını bir karış açmış vitrin alıcıları boyunca... Canlılık buydu, çocukluk çağı buydu...
Ardından Galatasaray Lisesi, on sekizinci doğumgünü olurdu; zira biraz daha büyürdü tenhalaşan caddenin taşlarını eskitirken, dükkanların yanından tıpkı “ilgilenmiyorum” edasını taşıyan bir menejer gibi geçerken...
Ve sonra tünel gelirdi. Yani bunama dönemi, suratsız ihtiyar dönemi... Dışarı çıktığı saatlerde kimseler olmazdı Tünel’de. Bir kaç janti, yaşlı ossuruğa göre Beyoğlu her ne kadar eskiden böyle olmasa da, şu anda durum buydu. Darabalarını indirmiş dükkanlar, tinerciler, yolun ortasına işeyen sarhoşlar turistlerin büyüsüne kapılmaktan kendini alamadığı bu şehrin siyahla beyaz arasındaki ince çizgisini belirlerdi.
Elleri cebinde, sendeleyerek yürürken ara sokaklardan birinden gelen müzik sesini duydu. Gözlerini çevirince bunun her yönüyle türkü bardan bozma bir anadolu rock bar olduğunu farketti. Bu tip mekanlar, ucuz alkol; eskortlar ve izbandut gibi fedailerin bulunduğu yerler olmaktan öte gidememişti hiç bir zaman... Fakat son bir içkiye ihtiyacı olduğunu düşünüyordu.
Bara doğru yürümeye başladı. Dışarıya atılan üç beş masa; yüksek bir iskemle üzerinde “Aaa Mehmet Beyler de buradaymış.” temasıyla konuklarını eğlendirmeye çalışan ve gecenin sonunda parasını alıp alamayacağını merak eden bir gençten oluşan atmosfer, onu pek etkilemişe benzemiyordu...
-Bir bira, az sulu olsun lütfen.
Garsonun yüzü kızarmıştı. Birayı getirip; “Afiyet olsun.” dedi.
Biradan bir yudum aldıktan sonra cebinden balgam yapmaya müsait, öğrencilik hayatından beri vazgeçmediği, yaldızsız ve gösterişsiz paketiyle, gece kulüplerinde masaya koyduğu an hayatını ya her istediğini elde ederek yaşamış ve şımarık; ya da varoştan çıkma sonradan görme sülük modeli kadınların uzaklaşmasına sebebiyet veren sigarasını çıkarıp masaya koydu. İçinden son dal sigarayı da çıkarıp yaktı...
Sulu biranın en güzel mezesi olan sigaranın uzun ve tam olarak harmanlanmamış tütün parçacıklarının vızıldaması eşliğinde, kendine göre kafa dinliyordu. Tuvalete yönelmek için ayağa kalktı... Küçük ve ağır adımlarla garsona yaklaştı tuvaletin yerini sormak için...
-Buyrun efendim.
-Ben... Tu...




Bir telefon sesiyle uyandı.
-Merhaba efendim Toprak Yılmazer için arıyordum. Siz tanıyor musunuz kendisini?
-Evet, hayırdır?
Bir yandan telefonunu tutuyor, bir yandan saate bakıyordu. Kırmızı neon ışıklı masa saati, 04.21’i gösteriyordu.
-Efendim Zımba Bar’dan arıyorum... Toprak Bey alkolü biraz fazla kaçırmış sanırım. Üstünde cep telefonu yoktu ve cüzdanında sadece sizin kartvizitiniz vardı. Bir şey yapmadan önce size danışmak istedik...
-Limonlu soda içirmeye çalışın veya bir köşeye oturtun. Sakın uzanmasın. Ben gelmeden başka bir şey yapmayın lütfen. Beş dakikaya orada olacağım.
Kotunu kaptı, üstüne de bir gömlek giyip ilk taksiye atladı... Yolculuk Zımba Bar’aydı..
Taksiciye buruşmuş beş lirayı verirken taksicinin de para üstünü uzatmaya tenezzül etmeyeceğini biliyordu. Çok da umrunda değildi zaten, Toprak baygınken...
Koşar adımlarla yaklaştı garsona.
-Nerede Toprak?
-Burada efendim.
Garson az ilerideki masayı ve üstüne salyalarını akıtan, uyuyakalmış Toprak’ı gösteriyordu.
-Toprak... Toprak... Ah be Toprak! Bu kaçıncı be... Kalk hadi gidiyoruz. Mideni falan yıkatalım...
-Hayır.... Hastane olmaz... Sadece uyumaya ihtiyacım var... Lütfen... Beni yalnız bırak...
-Burada mı uyuyacaksın? Kesinlikle olmaz, kalk hadi bana gidiyoruz.
-Oo, sen ne zamandan beri şeftaliler yerine muzları seviyorsun?
-Bu halde bile espri yapabiliyorsun ya, daha ne diyeyim ben sana?
-Ben en çok portakalları seviyorum... Gerçi yok... Şeftali de güzel...
-Off yeter hadi kalk! Manav dükkanına çevirdin muhabbeti.
Zar zor koluna girdi Toprak’ın... Ne zaman böyle bir durum olsa, nedenini bilmediği bir annelik içgüdüsü pompalanırdı damarlarına.
Toprak’la uzun süre önce müzede tanışmıştı... O zamanlar Toprak entellektüel bacakların arasına girebilmeye can atardı... Tütsü kokusu, mum, battaniye, şarap ve kedinin baş rol oyuncuları olduğu evleri seviyordu. Her ne kadar entellektüel kadınların kıllı vajinaları ve fantaziye olmayan yatkınlıkları kendisini zaman zaman soğutsa da bu ikinci günde olgunlaşan, birinci haftada aynı evde yaşamaya başlanan, on beşinci günde karşı tarafın kıskançlık krizleri sonucu biten ilişkilerden; kimi zaman karşısına çıkan olgun kadınların tecrübelerinden ve varlıklarından faydalanmak hoşuna gidiyordu. Tanışmaları ve birbirlerine bağlanmalarıysa ikisinin de müzeye gidiş amaçları farklı olmasına rağmen, uyuşturucularının ortak olmasıydı. Kadın vücutları...



Yavaş yavaş gözlerini açtı. Çapaklarını temizlerken pantolonuna yöneldi... Ceplerini uyku sersemliğiyle karıştırdı... “Belki bir dalcık sigara bulurum.” düşüncesiyle, evin içinde gezinmeye başladı...
-Of be Aylin. Seni küçük orospu... Sigarayı bırakırsan kilo alacağını kaç kez söylemiştim sana halbuki...
Daha sonra bir not gözüne çarptı.
“Ağzın leş gibi kokuyordu, terli vücudun da hiç cezbedici olmadığı için uyandırmayı denemenin burnum açısından çok mantıklı bir fikir olmadığını düşündüm. Kapıyı çekip çıkarsın. Lütfen bir sonraki alkol travman birlikte çıktığımız bir gece olsun. Bana nasıl ulaşabileceğini biliyorsun serseri!”
Aylin onun için iyi bir dosttan fazlasını ifade etmiyordu. Onun için asla bir seks partneri olamayacağını yine bu dört duvar arasında farketmiş, hayal kırıklığına uğramış ve o gece tuvalete binlerce çocuğunu bırakmıştı Aylin’in “İğrençsin Toprak!” çığlıklarına “Öyle ya da böyle bu alet bu gece boşalacak...” diyerek sırıtırken.
Evde aradığını bulamayınca, üstünü giyindi, fast food ve ülke magnetleriyle dolu buzdolabından bir elma kaptı... Tam çıkarken telefon çalmaya başladı. Hiç düşünmeden telefonu açtı...
-Ne arıyorsun? Bok mu var? Tam evden çıkıyordum halbuki...
-Oha! Yavaş be... Hayvan! Benim, Aylin! Hem, benim aradığımı nasıl anladın?
-Anlamadım... Kim olsa aynı tepkiyi verecektim.
-Neyse... Notumu okudun mu?
-Evet okudum. Fakat bugün pek modumda değilim yavrum. Ne dışarıda kaçmaya çok müsait transparan kilotlu çorabının çevrelediği ayağınla beni azdırmana büyük bir zevkle göz yummabilirim, ne de seni Zeus’un, Eros’un yanına kaçırabilirim gecenin sonlarında...
-Beyimiz bugün pek keyifli...
-Aa, unutmadan... Hiç huyum olmadığı halde, teşekkür ederim dün gece için.
-Ben de onunla ilgili konuşmak istiyordum.
-Yoksa, yoksa asma kilidi açtım mı?! Toprak Yılmaz, beraberliği bozan golü atıyor!
-Hayır. Saçmalama... Dün seni hastaneye götürmek istedim. Fakat bana hastaneye kesinlikle gitmeyeceğini söyledin. Neden?
-Mevzular karışık...
-Ne yaptın yine?
-Kan testlerinden hep korkmuşumdur...
-Hahaha, seni aptal... Uyuşturucu kullandığını biliyorum.
-Nerden biliyorsun?
-Benimle yatmaya çabaladığın zamanlar öğrenmiştim. “Ben Hiç” oynamıştık... Gerçi her cümlenin sonunda içmek zorunda kalmıştın, bu yüzden hatırlamanı beklemiyorum.
-Çok fazla biliyorsun. Seni öldürmem lazım.
-Ne kadar gerildiğimi anlatamam...
-Aylin, hastanelerden korkuyorum. Ancak zamanında uyuşturucu kullandığım için içeri tıkılmamla sonuçlanacak bir kan testinden değil... Hastaneye girdiğim anda check-up’a sokulacakmışım, ve acı bir gerçekle karşılaşacakmışım gibi hissediyorum.
-En son ne zaman hastaneye gittin?
-Hatırlamıyorum.
-Çok garip olduğunu biliyorsun değil mi? Ölümden, dayak yemekten, kalbinin kırılmasından korkmuyorsun; ancak acı bir gerçekle karşılaşmaktan korkuyorsun...
-Patronun “Çok yazdı!” diye bağırmaya başlamadı mı senin?
-Hayır güzelim. Neyse, zaten çok da meraklı değilim sana... Bugün işin yok mu hem senin?
-Serbest tercümanlık yaptığımı unuttun herhalde?
-Evet de ofiste çalıştığını hatırlıyorum.
-Patronun eşini masanın üstünde bafilediğimden ötürü, evimi ofis yaptım, kendi işimin patronu oldum.
-E iyi, peki... Kendine iyi bak.
-Görürsem söylerim...
Telefonu kapattı. Güç bela botlarını ayağına geçirip, çıktı...
Eve geldiğinde hissettiği kesif koku ve gördüğü toz, yüzünü buruşturmasına yeterli oldu. Cekedini asıp, temizlik şirketini aramak üzere telefona yöneldi...
Toprak, ne cep telefonlarını, ne bilgisayarları anlayamamıştı. Aslında teknolojiye ayak uydurmak için fazla yaşlı değildi. Takip edilme hissi de değildi onu interaktif, sanal ve pornografik boyuttan soğutan. Sadece bunlar olmadan da yaşayabildiğini anlamıştı, lise öğrencisiyken evde tek başına geçirdiği bir tatilde. Ailesi ona evde eğlenmeye fazlasıyla yeterli zaman vaad etmiş, Ayvalık’a tatile gitmişti. Oysa ev nüfusunu her zaman bir kişiyle sınır tutmuş, mastürbasyon yaptığı bir gece elektrikler kesilince eline aldığı çekiçle önce bilgisayarını kırmış; diğer elinde tuttuğu cep telefonundan önce kendisinin hala bakir olmasına sebebiyet veren kadınları silmeye başlamış, sonunda dayanamayıp telefona da indirmişti çekici...
90’larda kalan kasetli, telesekreterli telefonunda yanan ışığı fark edip, ocak ateşinde sigarasını yakarken mesajları dinlemeye koyuldu...
-Napıyosun lan! Çılgın! Mesajı dinler dinlemez bana ulaşmaya çalış... Akşama sahile inip bir şişe Jack alalım. Çıldırıyorum bu aralar... Zaten yüksek de bitmedi...
İkinci mesaj:
-Oğlum nasılsın? Ben annen... Ay, bunu belirtmesem de olurdu değil mi? Neyse... Sesini duymak için aradım. Biz iyiyiz. Ayvalık’a gel bir ara, baban seninle rakı içmeyi özlemiş...
-Başka yeni mesajınız bulunmamaktadır.
Arayacağı temizlik şirketini, telesekretere bırakılan iki mesajda da alkol bahsi geçince, çoktan unutmuştu... Masadaki kağıtlara, ardından takvime boş gözlerle baktı.
“Nasılsa teslime daha bir hafta var.” diye düşünerek beş yüz sayfa kağıdı bir kenara itti. Dolaptan bir bira alıp televizyon karşısına geçti...
Neden televizyon izlediğini kendisi de anlayamamıştı yıllardır... Ne, bol bol bağırılan kadın programlarını izlemekten hoşlanırdı, ne her on beş dakikada araya reklam giren dizilerden, ne de sikine bile takmadığı insanların başına gelen trajedilerle; politik gerilimlerle dolu haberlerden... Sadece televizyon izlerken içinin geçmesini seviyordu ve yine en sevdiği işe başlıyordu. Uyuyakaldı...

13 Ocak 2010 Çarşamba

If Only Everything

Sıradışı bir final dönemi. Çabaladım, denedim olmadı belki de... Ne bileyim. Çok da umrumda değil. Ancak yazının yazıldığı ruh halini bilmenizi isterim; ZAYIF, GÜÇSÜZ, BEYAZ BAYRAKLARI ÇEKMİŞ bir serseri yazıyor bunu. Bünyesinde an itibariyle 1 mililitre alkol yok, gayet ayık durumdayım.

Queens of the Stone Age, Kyuss mazisi sebebiyle en çok saygı duyduğum gruplardan biridir. If Only Everything ise her içimin bunaldığı, sıkıldığım, hayattan tiksindiğim anımda dinlediğim, bir kaçış şarkısıdır. Bilmem insanlar sözlerden nasıl bir yorum yapar...

Fakat dinlediğimde aklıma gelenler, elinden tuttuğum bir kadın; benimle birlikte kaçmaya istekli... Hayat görüşlerimi paylaşan, asi ruhlu, alçak gönüllü ve en önemlisi; beni kaldırabilecek bir kadın...

Bir Chevrolet Camaro SS... Ve tabii ki yollar. Uzun, bitmek tükenmek bilmeyen yollar. Gün batımı, batıya sürmek... Günlerce, belki aylarca... Motellerde yatıp kalkmak. Ta ki gerçekten nefes alabileceğimiz bir yer bulana kadar.

Hayal dünyasında bir yolculuğa çıkarıyor şarkı beni adeta. Hele hele; "you blow my mind cos ur so pretty girl, those long long days there's no escaping." lirikleri bir kez daha kulaklarımın pasını sildiği zaman...

Şarkı biter, realite başlar... Chevrolet Camaro SS sahibi olma ihtimalim ne kadar düşükse, böyle bir kadın bulma ihtimalim de o kadar imkansızdır.

Bu gerçek bir kez daha dank eder. Perde kapanır, ışıklar yanar, oyun biter...

Unutmadan sözleri de ekleyeyim:


If it gets you down well then Ill take it
If it gets you up, well I don't want it
It lets you down so broken hearted
If it gets you down well then I want it

If only, only and
If only, only and
If only, only and
If only, only and
We're nothing at all

You blow my mind cos ur so pretty girl
Those long, long days there's no escaping
I rolled the wheel and let it go
and where it stops, you'll never know
If it gets you down then just don't blame me

If only, only and
If only, only and
If only, only and
If only, only and
If only, only and
If only, only and
If only, only and
If only, only and

We're nothing at all

8 Ocak 2010 Cuma

Dayı/Ramiz Dayı/Zakk Dayı

Benim hiç çılgın dayım olmadı lan... Düşününce hakikaten olmadı. Halbuki ne güzeldir değil mi dayı kavramı? Amerikan dizilerinde üstü açık araba kullanan, genç, yakışıklı ve kızların gözdesidir dayı... Misal; Jesse dayı vardı Full House dizisinde.. Veya biraz daha Türk kültürüne yaklaşırsak yeğeniyle rakı içen, geyiği sağlam adamlardır dayılar. Benim bir dayım vardı. O da çılgın sayılmazdı pek. Bir kez fantasının içine karabiber dökmüştüm, bir kez de senet yatırmayı unuttuğu için 3 ay kadar içeride yatmıştı. En çılgın olaylarımız bu yani...

Gelgelelim, facebook'ta milletin paylaştığı video'lardan takip ettiğim kadarıyla yeni bir kült doğuyor. Ezel... Bir kez bile oturup izlemedim ne yalan söyleyeyim. Anladığım kadarıyla da bu dizide her söylediği atasözü olacak bir Ramiz Dayı var. Tuncel Kurtiz'in canlandırdığı... Sözlüklerde gezinirken farkettim ki, Ramiz Dayı başlığında Tuncel Kurtiz başlığına oranla daha fazla giri var. Yazık ulan, herife asıl kimliğini unutturdunuz resmen... Gelgelelim; olay bir veya iki hafta önce koptu benim için...

http://www.imdb.com/title/tt1447480/

Ahanda bu linkteki filmin kısa teaser'larını izledim. Bir de ne göreyim! Zakk Wylde, ana karakterin dayısını canlandırıyor. Hem de bildiğimiz Zakk Wylde. Böyle gitarlı mitarlı, bilekliğini de takmış.

Söylemedi demeyin, Ezel izleyicilerinin Black Label Society sevenleri muhtemelen Ramiz'i satıp Zakk'e çökecek yakında.

Bense her zamanki gibi çılgın dayı hayallerimi devam ettireceğim...